KaRuB & NaMSo
   
  KaRuB veNaMSo
  ERMENİ SORUNU
 
ERMENİ SORUNU
Yukarda söylenenlerden başka, tarihle yüzleşmeyi neredeyse imkansız hale getiren ilave bir faktör daha vardır. Eğer bir toplum, bugününü borçlu olduğu kişilerin (bizim örneğimizde içlerinden bir kesimin), birer kahraman değil de, aslında kendi öz kimliğinin kültürel bileşenlerini tehdit eder türden suçlar işleyen kişiler olduğunu keşfederse bunu ne kadar kaldırabilir? Eğer varsa böyle bir gerçekliğin yaratacağı şok kabul edilmek durumundadır. Bu durum, bir toplumun, sahip olduğuna inandığı kendi kimliği ile bunun başkaları tarafından kabul edilmiş hali arasındaki büyük bir çelişkinin varlığına denk düşer. Kahraman ile katil veya hırsız sayılma arasındaki korkunç uçurumla baş etmek için kollektif şizofreniden, inkardan, o olayla ilişkisini yok saymaktan veya içine kapanmaktan başka çare yok gibi gözükür. Türkiyede konu üzerine konuşmaktan kaçılmasında böyle bir gerçekliğin ağır payı vardır.

Osmanlı İmparatorluğunun yönetici elitinin, fazla bir değişikliğe uğramadan Cumhuriyet döneminin de yönetici eliti olması, doğal olarak Ermeni soykırımı ile Cumhuriyetin kuruluşu arasında bir ilişki doğurmuştur. Bu üç yönlü bir ilişkidir. Birincisi, 1918de Birinci Dünya Savaşında yenildikten sonra Anadoluda direniş hareketini örgütleyen parti ile soykırımı uygulayan parti aynı partidir. Türk tarih yazımında İttihat e Terakki Partisinin Anadolu hareketi içindeki rolü küçümsendiği için, bu bağlantı ortalama bir kişinin kafasında kolayca kurulmaz ama Mustafa Kemal bile İttihat ve Terakki Partisi üyesidir ancak bu parti içinde sivrilmiş biri değildir. Anadoluya görevle gönderilmesinde sakınca görülmeyecek, öne çıkmamış bir politik kimliğe sahiptir. Mustafa Kemal kendisinin başlangıç yıllarında arka planda kalışını, Enver tarafından yapılan komplolar ile izah eder. Bilindiği gibi İttihat ve Terakki Fırkası, askeri bir yenilgi halinde, direnişe ne şekilde devam edileceğinin planlarını daha savaş öncesinde yapmıştı. Aslında yenilgiye rağmen Enver Paşa için savaş bitmemişti ve ikinci perdesi Kafkaslarda yeniden açılacaktı. Savaşın bitiminden önce, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Anadolunun birçok yerinde gizli depolara silahlar saklandı. Mondoros Mütarekesinden hemen sonra da, İttihat ve Terakki Fırkası, ilk savunma ve direniş örgütlerini Anadoluda kurmaya başladı. Bunlardan Karakol adıyla bilineni, doğrudan İttihat ve Terakki liderleri Enver ve Talat Paşalar tarafından kurulmuştur. Karakol örgütünün birincil görevi direnişi örgütlemek olduğu kadar, Ermenilere karşı işlenmiş suçlardan dolayı aranan İttihat ve Terakki lider kadrosunun yurtdışına gizlice kaçırılmasını örgütlemekti.

Cumhuriyetin kuruluşu ile soykırım arasındaki ikinci önemli bağ ise birincisinin doğal bir sonucuydu. Ulusal kurtuluş savaşını örgütleyen ve yürüten kadroların bir kısmı Soykırıma doğrudan katılmış kimselerdi. Tehcir suçlarından dolayı aranan ya da yargılanan pek çok kişi arasında, Topal Osman, Deli Halit Paşa, Yenibahçeli Şükrü, Hilmi, Nail Beyler en çok bilinen isimlerin başında gelir. Bunu gibi, Kurtuluş savaşından sonra önemli görevlere atanan kadrolar arasında da Soykırımda doğrudan görev almış olanlar vardı. Örneğin Ermeni Tehcirinin İskan-ı Aşair ve Muhacirin Umum Müdürü (Sevkiyat Reis-i Umumusi) Şükrü Kaya İç İşleri Bakanlığı ve CHPnin genel sekreterliğini yaptı. Şükrü Paşa Maltaya sürgün edilmiş ancak 6 Eylül 1921de firar etmişti. Kırım sırasında önce Bitlis daha sonra Halep valisi olan Abdülhalik Renda, Maltadan döndükten sonra önce Maliye, Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıklarında bulunmuş ardından TBMM başkanlığı yapmıştır. Soykırım yıllarında Diyarbakır milletvekili olan Arif Fevzi (Pirinççizade) bir süre Maltada gözetim altında tutulduktan sonra dönmüş, Mayıs 1922-Ekim 1923 arasında Nafıa Vekilliği yapmıştır. Yine Maltada 2805 nolu tutuklu olarak bulunan İttihat Terakkinin Antep milletvekili Ali Cenani Bey Kasım 1924-Mayıs 1926 arasında Ticaret Bakanı olurken, Ermeni ölülerinin gömülmesinden sorumlu Sağlık Genel Müfettişi olan Dr. Tevfik Rüştü Aras 1925-1938 arasında bir çok önemli görevinin yanısıra İkinci Dünya Savaşı sırasında Dışişleri Bakanlığını yürütmüştü. Şüphesiz bu liste, benzeri isimlerden sadece birkaçıdır ve onlarcasını daha eklemek mümkündür.

Soykırım zenginleri

Cumhuriyetle Ermeni Soykırımı arasındaki üçüncü bağlantı ise, Anadolunun bazı bölgelerinde (Çukurova gibi) Soykırımdan zengin olan yeni bir tabakanın oluşmuş olmasıdır. Soykırım zengini eşraf, Ermenilerin geri gelip hem intikam alacaklarından hem de mallarını geri isteyeceklerinden korkmuşlardır. Nitekim Savaş sonrasında İttifak güçlerinin bu kesimin peşine düşeceğinin anlaşılması üzerine bu yeni zenginler tabakası, ulusal direniş hareketinin destekçisi olurlar

Bütün bunları alt alta yazdığımızda, gayet açık olan şey, ulusun kollektif belleğine bir ulusu yoktan vareden adamlar olarak kazınmış bazı kişilerin birden hırsızlar ya da caniler olarak tanımlanmasının bir toplum için ne kadar yıkıcı olacağıdır. Bu nedenle Ermeni Soykırımı, hem 1923 öncesi için hem de Cumhuriyetin kurulduğu yıllar için unutulması gereken bir referans noktasıdır. Ermeni Soykırımını tümüyle inkar etmek, bu sorunlarla yüzleşmek için insiyatif almaktan elbette çok kolay bir yoldur. Fakat eklemek gerekir ki, Türkler, Cumhuriyetlerinin kurucusu olan Mustafa Kemalin kişiliğinde, konunun üzerine gitmek için son derece önemli bir desteğe sahiptirler. Mustafa Kemalin, o son derece zor günlerde bile göstermekten çekinmediği cinayetleri lanetleyen ahlaki tavır alışı, bugünkü kuşaklara, konuya yaklaşmada işe nereden başlanacağının ışığını tutar gibidir. Daha sonraki kuşaklar, neredeyse tapınmak derecesinde saygı gösterdikleri liderlerinin Ermeni soykırımı konusundaki dürüst tutumunun çok ama çok gerisine düşmüş görünüyorlar.

5) Bu işin sonu nereye varacak ? korkusu

Türkiyede bir başka yaygın kanı da, bu konuyu tartışmaya başlamanın tarihsel haksızlıklar konusunda bir nevi Pandoranın Kutusunun açılması sonucu doğuracağıdır. Yani tarihle yüzleşmeye hangi tarihten itibaren başlanmalıdır ve bu nereye kadar götürülmelidir? Ve bunun arkasından ne gelecektir? Türkiyede bugün pek çok kişi, geçmişin böyle didiklenmesi zararlı sonuçlar doğurabilir, diye düşünebilmektedir. Bunun bir nedeni, acaba, tarihinde pek çok yanlış yapmış bir toplumun bu kadar çok sorunla başedemeyeceğini düşünmesi olabilir mi?. Gerçekten de Osmanlı-Türk tarihindeki kitlesel şiddetin tarihi dipsiz bir kuyuya benzer.

er tarihi tartışmaya, 19.yyın sonları ile 20.yyın başlarından itibaren başlarsak, tarihsel haksızlıkları iki kategoride toplayabiliriz. Bu kategorilerden ilki 1923 öncesinde esas olarak Müslümanlar ile gayri müslimler arasında yaşanan çatışmaların ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu çatışmalar Cumhuriyet dönemi boyunca da gayri-müslimlere düşmanlık duyulması ve onlara karşı çeşitli haksız uygulamaların gündeme getirilmesi biçiminde devam etmiştir. Bu düşmanlığın en meşhur örnekleri arasında 1934de Trakyada yaşayan Yahudilere karşı yürütülen saldırılar ve 15 bine yakın Yahudinin yerlerinden edilmesi, dahası ülkeden göç etmek zorunda bıkarılması, 1942de esas olarak gayri-müslimlere uygulanan Varlık Vergisi, 1955de İstanbulda yaşanan ve 6-7 Eylül olayları diye bilinen, başta Rumlar olmak üzere tüm gayri-müslimlere karşı kitlesel saldırı hareketleri, 1963de Rumların İstanbuldan kaçırtılması, Süryanilerin Avrupaya ve ABDye göçetmesi sayılabilir.

Kürt Ayaklanmaları

İkinci kategori ise Cumhuriyet Döneminde ortaya çıkan yeni çatışmalarda yaşanan haksızlıklardır. Bu çatışmalar esas olarak Müslümanlar ile Müslümanlar arasındadır. Örneğin 1920 ile 1938 arasında, yüzlerce ölüyle sonuçlanan 20den fazla Kürt ayaklanması yaşanmıştır. Bu daha çok geleneksel sayılabilecek çatışma ve haksızlıklara bir de 20.yyın sonlarına doğru yaşanan askeri darbeleri eklemek gerekir. Türkiye toplumunun neredeyse her kesimi, son kırk yılında, askeri darbeler, işkenceler, iz bırakmadan kaybolmalar, ölüm mangaları, Kürtlere ve Alevilere yönelik baskı ve saldırılar, faşist gruplarla sol gruplar arasındaki silahlı çatışmalarla biçiminde birçok olayla sarsılmıştır. Yakın tarihinde bunca yıkıcı olay yaşayan hangi toplum hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edebilir? Şu andaki Başbakanı bile kısa bir süre önce hapisten çıkmış bir hükümlü olan bir toplumdur Türkiye. Böylesi bir tarihe sahip olan ve geçmişle yüzleşmeye cesareti olmayan her toplumun yapacağı gibi Türkler de unutmayı tercih ediyorlar ve asıl sorun bu unutmanın mümkün olmadığının kavranılamamasından kaynaklanıyor. Türkiyenin ögrenmesi gereken, unutmanın en iyi yolunun üstüne örtü etmek değil, konuşmak olduğunu kavramasıdır.

Fakat Cumhuriyet dönemindeki çatışmaların bir önemli özelliği, Türkiyede konuşmayı zorlaştıran bir faktör olmaktadır. Bilindiği gibi, toplumun değişik katmanları (Kürtler, Aleviler, Laikler vb.) çatışmalar boyunca birbirleriyle sürekli yer değiştiren ittifaklara girmişlerdir. Tarihi boyunca yaşanmış her çatışmanın kurbanı, faili, sempatizanı ya da destekçisi rolleri, çatışmanın karakterine bağlı olarak değişmiştir. Belli bir çatışmada Kurban durumunda olabilen bir grup (örneğin Aleviler) bir başka çatışmada fail veya faillerin destekçisi (İslamla çatışma ya da Kürt sorunu) olabilmektir. Toplumsal gruplar genel kural olarak çatışmalar içindeki kendi rollerini ya kurban ya da son derece haklı olmak temelinde kurgulama eğilimindedirler. Türkiye tarihi ise bu konuda hiçbir gruba temiz bir sayfa sunmaz. Bu girift tarih, geçmişle yüzleşmek konusunda egemen olan kültürel gönülsüzlükle de birleşince Türkiyede tarihsel haksızlıklarla yüzleşmek hiç arzu edilmez bir iş haline gelmiştir.

Kollektif amnesiaya devam

Bu durumu açıklamak için ikisi de aynı gün yaşanan bir örnek vermek istiyorum. Geçtiğimiz aylarda Diyarbakırda, insan hakları örgütünün büyük çabasıyla 10 Kürt köylüsünün ceseninin gömülü olduğu bir toplu mezar bulundu. Bu kayıp kişilerin daha önce devlet güçleri tarafından tutuklandıkları ama gözaltında iken vuruldukları ve gömüldükleri anlaşıldı. Aynı gün gazetelerde 10 yıllık bir hapislik hayatından sonra serbest kalan önemli Kürt önderlerinden Leyla Zananın DYP lideri Mehmet Ağar ile görüşme talebinde bulunduğu yazıldı. Mehmet Ağar, toplu mezardan çıkarılan Kürt köylülerinin kaybolduğu dönemde İçişleri Bakanıydı. Leyla Zana ve Mehmet Ağarın, buluşma öncesi ve sonrasındaki tutumları, o kötü olaylarla yüzleşmekten ve üzerinde konuşmaktansa o olayları tarihe gömmenin daha doğru olacağını öne çıkaran bir kültürel duruşa denk düşüyordu. Kollektif amnesiayı devam ettirmek her ikisi için de çok sorunsuz bir tutum olarak gözükmektedir. Gazeteciler ise (örneğin Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesindeki 10 Kasım 2004 tarihli yazısında) bu buluşmayı geçmişin yaralarını onarma yolunda dostça ve cesur bir adım olarak alkışlamışlardır. Bu amnesianın devam ettirilmesine iyi bir örnek teşkil eder ve malesef Türkiyedeki sorunun nerede yattığına işaret eder. Amnesianın tek alternatifini kavga etmek veya döğüşmek olarak kuran bir kültürel çatının çok sağlıklı olmayacağı kabul edilmek durumundadır. Boşluksuz 9700



V. GÜN

Sorunu Çözme İ
çin Türkiye hangi adımları atabilir?

Burada sadece Türkiyenin atmasının doğru olduğunu düşündüğüm adımlar sorusuyla uğraştımın altını çizmek isterim. Genel soru şudur: Geçmişte gündeme gelmiş tarihsel haksızlıkların zararlarını giderme konusunda neler yapılabilir? Çatışmaların değişik toplum ve gruplarda açtığı yaralar nasıl tedavi edilir? Bir insan (bir toplum) kollektif travmayı nasıl atlatabilir? Bu sorulara hangi yanıtları vereceğimiz, katıksız adalet ile ne pahasına olursa olsun bir barış sağlama arasında yapacağımız kesin ve açık tercihe bağlı olarak değişir. En uç alternatifleri kurbanın intikam ateşi ile yanıp tutuşması ile failin suçunu örtbas etmeye çalışması arasında, ya da bir başka deyişle suçlulara yönelik sürek avı ile ellerimizi yıkayıp olaydan sıyrılmak arasında yapılacak seçim,olarak formüle edebiliriz.

Max Weber bu iki uç noktayı, politik tavır alışlarımızı da sıkça başvurduğumuz, iki ayrı ahlaki sistemin varlığı olarak teorileştirir. Webere göre, birincisi nihai inanç ahlakıdır. Bu ahlak, bir değerler ve idealler dizgesine yılmaz biçimde bağlanma ile karakterize olur. Diğeri ise sorumluluk etiğidir ve mevcut dünya içinde pratik olarak yerine getirilmesi mümkün olan koşullar tarafından belirlenir. Bu ahlaka göre, yapılacak olan ehven-i şer (kötünün iyisi) olana ulaşmaktır.

Bu iki uç arasında nerede durmalıyız ki, geçmişe, geleceğe yönelik yapıcı biçimde yaklaşabilelim? Bu konuda, Batı düşünce sisteminde egemen olan bir anlayış vardır. Bu anlayış, bireysel psikolojiyi anlamak konusunda kullanılan çözümleme metodlarına dayanarak, geçmiş travmalarla başetmenin en iyi yolunun acıyı seslendirmek ve bu acıyla birlikte yaşamayı öğrenmek olduğunu söyler. Bu metodun başarısı, söz konusu bireyin hikayesini anlatabileceği güvenli bir ortamın sağlanmasına bağlıdır. Bireysel psikoloji için önerilen bu metodu ulusal düzeye uyarlarsak, bu model, ulusun kendi tarihindeki travma veya tarihi haksızlıkların üstündeki örtüyü kaldırmasının, bunlarla yüzleşme arzusunun gelecek kuşakların rahat etmesinin şartı olduğunu savunur. Bu anlayış, toplumların kendi tarihiyle yüzleşmeyi başaramadıkları durumlarda, o toplumların, kendilerini bir zamanlar yaşadıkları travmaya götüren yanlışları tekrarlama ihtimallerinin kuvvetli olduğunu savunur. Fikir kısa ve özdür: konuş, eğer konuşmazsan aynı hatayı tekrar edersin.

Fazla hatırlama ile unutma arasında

Bu yaklaşıma karşı bazı haklı itirazlar ileri sürülebilir. Denebilir ki, bazı durumlarda geçmişin yaralarını açmak fazla iyi değildir ve onlar üzerinde durmamak ve bir anlamda onlarla birlikte yaşamak daha iyi bir seçenektir. Hatta bir görüşe göre, geçmiş üzerinde fazla ısrarlı olmak bir nevi hastalıktır. Burada yine iki uç nokta arasında; fazla hatırlama ile unutma arasında gidip geliyoruz. O zaman soruyu şöyle formüle edelim: Gelecekte aynı hataları tekrarlamak riskine düşmeden geçmişin travmalarından kendimizi nasıl kurtarabiliriz? Veya bir başka deyişle, geçmişin tutsağı olmadan geçmişi canlı tutmak için ne kadar derine inmeliyiz? Bu konudaki örnekler, iki uç arasında kollektif unutma ile cezaya dayalı adalet arasında geniş bir yelpazede toplanmaktadır. Fakat genel kural olarak diyebiliriz ki, toplumların kendi geçmişlerinde yaptıkları hak ihlallerinin tam bir listelemesini yapmaları, bu toplumların zorunlu demokratik dönüşümlerini yapabilmeleri açısından önemli görünüyor. Burada, geçmişle ilgilenme tarzının üç değişik biçimi, kollektif unutma, cezai yargılamalar ve gerçeği araştırma komisyonları üzerinde durmak istiyorum.

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

1) Affet ve Unut Yöntemi:

Garip görünebilir ama, kollektif amnesia (kollektif unutma) İspanya ve Mozambikte iyi sonuçlar vermiş bir yöntemdir. İlk olarak İspanyayı ele alalım. 1975de faşist diktatörlüğün devrilmesinden sonra demokrasiye geçiş barışçıl biçimde yapılmıştı. Politik elit, Franko dönemini lekelerse, askerleri ve güvenlik güçlerini suçlarsa, bunun yeni bir darbeye çanak tutabileceği korkusu içindeydi. Fakat halkın geçmişte yaşanmışların üstünü kapatma arzusu da çok güçlü idi. Bu özellikle geçmişteki olaylara bizzat katılanlar ya da suç ortaklığı edenler açısından geçerliydi çünkü ileride, yapmadıkları şeyler de dahil olmak üzere geçmişin bütün kötülükleri onların üzerine yıkılabilirdi. Ancak parlamento 1977 yılında, diktatörlük yönetiminde görev almış herkesi kapsayan genel bir af çıkardığında kimsenin itirazı olmadı.

Önce Portekize karşı bağımsızlık savaşı veren, ardından Marksist-Leninist çizgideki Frelimo hükümeti ile komşu ülkeler Güney Afrika Cumhuriyeti ile savaşan iç savaş ile Mozambikte, konu üzerine çalışan Priscilla B. Haynerın anlattığına göre taraflar hayır, tekrar çatışma, nefret ve acı bataklığına gömülmek istemiyoruz. Artık geleceğe odaklanmak istiyoruz. Şu anda geçmiş şu anda halen bugünün yaşayan bir parçası, henüz detaylı olarak irdelemek için ondan yeterince uzaklaşmadık diyerek, çatışmalar ve acılar üzerinde konuşmak yerine sessizliği seçmişlerdi.

İspanya ve Mozambik örneklerinin bize gösterdiği, kollektif amnesia metodunun şu durumlarda kullanıldığıdır : Eğer yüzleşmenin olumsuz sonuçlarından korkuluyorsa, (örneğin bu yüzleşme iç savaşın yeniden başlaması ihtimalini içeriyorsa), yüzleşmeyi göğüsleyecek bir politik irade yoksa, ya da ülke insanı hali hazırdaki yaşamını sürdürmek konusunda ciddi sorunlarla karşı karşıya ise (örneğin ülke yokolmanın eşiğindeyse); veya toplumda yüzleşmeye karşı güçlü bir kültürel tercih varsa, unutma tercih edilebilir bir alternatif olabilmektedir. Belki tüm bunlardan daha önemli sayılması gereken bir başka neden daha sayılabilir, eğer kurban ile fail aynı aileden geliyorsa geçmişle yüzleşmek imkansız gibidir, bu durumlarda, susmak ve unutmak en iyi yoldur.

Bu kısmı bir uyarı notu ile kapatabiliriz: Kollektif amnesianın bir ömrü vardır. Bir kuşak geçmişi unutmaya razıdır, ancak bu tavır sonraki kuşağı ya da kuşakları bağlamaz. Belki de tarihsel uzaklığın yarattığı rahatlık duygusu ile, yeni bir kuşak o günlerde gerçekten ne olduğu konusunda bir önceki kuşağa meydan okuyabilir. Tıpkı Kamboçyada olduğu gibi...

2) Cezaya dayalı adalet: Mahkemeler ve mahkumiyetler

Unutmanın tam karşı ucunda ise insan hakları ihlallerine teşebbüs edenlerin yargılanmasına yönelik aktif tutum yer alır. Buna en iyi örnekler İkinci Dünya Savaşından sonra Nazi savaş suçlularının Nürnbergdeki yargılanmaları, ya da 1989 sonrasında Doğu Alman Komünist Partisi yöneticilerinin yargılanmasıdır. Her iki olayda da, yeni politik kadrolar, politik ve sosyal rahatsızlıklara yol açma riski olmaksızın, hem suçluları cezalandırmak için gereken iradeye ve araçlara sahiptiler hem de bu eylemlerinin sonunda herhangi bir politik ya da sosyal rahatsızlığa neden olmayacaklarının güveni içindeydiler. Cezaya dayalı adalet modeli, sadece gerçek ya da potansiyel failleri caydırmakla kalmaz, aynı zamanda bu faillerin içinde yeşerdiği eski rejimin şiddet kullanarak iktidarı yeniden ele geçirmeye kalkışmasında da caydırıcı rol oynar.

Bu modelin, kurbanların onurunu ve yaraları sarmakta da başarılı olduğu, ve daha önemlisi aynı zamanda kişisel öç alma ihtiyaçlarını ortadan kaldırdığı da görülmüştür. Bu yöntemin bir diğer faydası da, silahlı güvenlik güçlerinin, içlerine yuvalanmış kötü unsurlardan arınmasına fırsat vermesidir. Kısacası, cezaya dayalı adalet yöntemi sadece yeni rejimin, eski rejimin çirkin meşruiyeti ile bağlarını şüphepe yer bırakmayacak biçimde koparmasını sembolize etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun yeni demokratik değerlere sıkıca bağlanmasını da garanti eder.

Genel kural olarak, bu yaklaşım ya eski yönetici elitin tümüyle alaşağı edildiği dramatik sosyal değişimlerin yaşandığı ülkelerde, ya da toplumun kurbanlar ve suçlular (failler) arasındaki ayrımı hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın yapabildiği hallerde başarılı sonuçlar vermektedir. Pekçok durumda, bu model, dönüşüm halindeki (özellikle de işgal ya da baskı altındaki) toplumların karmaşık sorunlarına çare bulamaz. Bu metodun en önemli sakıncaları ise günah keçisi yaratmak, suçlu avına çıkmaktır. Yani bu yöntem bir diğer deyişle muzaffer olanın adaletini sağlar.

3) Gerçeği Arama (Hakikat) Komisyonları (ya da Onarıcı Adalet)

Bir önceki metodun esas gayesi suçuları cezalandırmak iken, yani odak suçlular iken, gerçeği arama komisyonları esas olarak kurbanlara odaklanırlar. Burada amaç onların kimliğini tesbit etmek, başlarına gelenleri tanımlamak ve zararlarını telafi etmek için uygun yöntemleri bulmaktır. Onarıcı adalet süreci boyunca bir suçlama ve/veya yargılama süreci başlatılabilir de başlatılmayabilir de, çünkü asıl umud edilen, kurbanların ve ailelerinin bu süreç içinde kızgınlık ve acıları ile başetmeyi başarabilmeleridir.

Gerçeği Arama Komisyonları nın başarısını şu faktörler belirler:

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

1) Tarihi haksı
zlık ne kadar önce meydana geldi? (Çatışmanın tarihi eskiyse, araya giren zamanın çözümü kolaylaştırması mümkündür.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

2) Çatış
ma aynı etnik-dinsel grubun üyeleri arasında mı yaşandı yoksa değişik gruplar arasında mı? (Deneyimler göstermiştir ki, tek bir sosyal grubun içinde yaşanan çatışmaların çözülmesi veya affedilmesi daha kolaydır)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

3) Toplum, kurbanlar ile suçluları
n kimler olduğunu açıklıkla biliyor mu? (Eğer bu fark belirgin değilse, örneğin çatışma nedeniyle bir aile parçalanmış ve aile üyeleri farklı kamplarda yer almışsa, onları çatışma üzerinde konuşmaya davet etmek nasıl ailenin yaralarının daha da derinleşmesine neden olabilirse, başka durumlarda da aynı sonuç ortaya çıkabilir.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

4) Tarihi haksı
zlığa yol açanlar iktidardan nasıl uzaklaştırılmışlardır? Eski rejim üyeleri ile onların yerine göreve gelen yeni rejim üyeleri arasındaki ilişki nedir ve yetki devri nasıl olmuştur? Yeni rejime geçiş görüşmeler yoluyla, barışçıl biçimde mi yoksa birinin diğeri tarafından alaşağı edilmesi suretiyle, zora dayanarak mı olmuştur? (Eğer eski düzenin savunucularının bir bölümü gizli ya da açık biçimde hala iktidarı ve kaynakları ellerinde tutuyorlarsa, gerçeği aramak tam anlamıyla boş hayaldir.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

5) En önemlisi de, bu çalış
maların sonunda elde edilecek sonuçlar, sosyal istikrarı ve barışın artmasına hizmet edecek midir? (Eğer ortaya çıkarılan gerçek, düzeni bozacak ve barışı tehlikeye sokacaksa, bu yönteme başvurulmaması dahi ileri sürülebilir, ki eski rejim temsilcilerinin en çok başvurdukları argümanların başında bu gelir.)

Özetle, Türkiyenin tarihi ile yüzleşme sorunu ile karşı karşıya olduğu günümüzde, başta Latin Amerika ve Afrika olmak üzere, çeşitli yerlerde faaliyet göstermiş ve hala faaliyet göstermekte olan komisyon deneylerinin yakından bilinmesinde fayda vardır. Bu farklı deneylerin bilinmesindeki asıl önemli olan şey, Türkiye insanının, şu anda karşılaştığı sorunun bir tek kendisine has bir sorun olmadığının farkına varmasına sunacağı katkıda yatar. Kendi karşılaştığı sorunun, olağan veya sıradan sorunlardan birisi olduğunun bilinmesi, sorunun çözümü doğrultusunda adım atma medeni cesaretini de hızlandırabilir.



VI. GÜN

Türkiye Nerede Duruyor?

Genel ilke olarak, geçmiş bir tarihte yaşanmış insan hakları ihlalleriyle uğraşanlar iki amacı gütmelidirler: Birincis bu türden ihlallerin ve haksızlıkların yeniden olmamasını sağlamak ve ikincisi bu haksızlıkların doğurduğu zararları gidermek. Geçmişle hesaplaşmanın anlamlı olması için, özür dileme ve onarmaya ek olarak yapılabilece en etkin bir başka tedbir eğer mümkünse, örneğin halen yaşıyorlarsa, faillerin cezalandırılması konusunda güçlü ve etkili adımlar atmaktır. Cezalandırmanın faillerin dahil olduğu toplumsal kesimlerin bir daha böyle işlere tevessül etmemeleri yönünde caydırıcı bir özelliği vardır. Fakat tüm bu adımlar, eğer tüm toplumun eğitilmesini de kapsamaz ise başarılı olamayabilir.

Türkiye gerek iç dinamikleri sayesinde, gerekse Avrupa Birliğine katılma sürecinin etkileriyle, otoriter rejimden demokrasiye doğru hızla yol alan bir geçiş toplumdur. Türkiyenin demokratik bir topluma devrilme süreci, Avrupa Birliğinin üyeliği yolunda benzeri evrimleri geçiren İspanya, Portekiz ve Yunanistanın yaşadıkları ile kıyaslanabilir. Bir farkla ki,Türkiyede eski militarist-bürokratik yapı hala iktidarın önemli kilit noktalarını elinde tutmaya devam etmektedir. Hatta bu güçlerin demokrasiye geçiş sürecini etkisizleştirmek, uzatmak ve karmaşık hale getirmek konusunda oldukça başarılı oldukları dahi ileri sürülebilir. Fakat, gerek Avrupa Birliği gerekse içerden sivil toplumdan gelen baskılar bu güç odaklarını şimdilik sessiz kalmaya itmiş gözüküyor.

Tarihle yüzleşmek, bir toplumun demokratikleşme sürecinin en önemli göstergesidir. Bu süreçte, Avrupa baskısı ve sivil toplumun gelişmesi, Türkiyenin tarihsel adaletsizlikler üzerinde kendiliğinden düşünmesini etkileyen birbiriyle bağıntılı iki faktör olarak karşımıza çıkıyor. AB hem bu süreci hızlandırıcı hem de teşvik edici bir rol oynuyor. Örneğin geçmişle yüzleşmenin doğurabileceği olumsuz koşullar, AB üyeliğinin sağlayacağı sosyal ve ekonomik avantajlarla telafi edilebilecek gözüküyor. Sorunlara son derece fayda ve çıkar mantığı ile yaklaşmaya alışmış militarist-bürokratik güç odakları, eğer tarihle yüzleşmenin bazı faydalarını, ödüllerini görürse bu konuda çok fazla engel çıkarmayabilir. Bu noktada AKP iktidarının ve Türkiyede demokratik ilişkilerin gerçekten egemen olmasını isteyenlerin cevap vermesi gereken bir soru karşımıza çıkıyor. Eğer Türkiyede mevcut insan haklarını korumak ve geliştirmek istiyorsak, geçmişteki insan hakları ihlalleri ile ilgili olarak, toplum olarak hangi sorumluluklara sahibiz? Hükümet ve toplum olarak geçmiş haksızlıklar konusunda yerine getirmemiz gereken yükümlülükler nelerdir? Bu soruyu sormamın nedeni, geçmişiyle yüzleşme yeteneğine sahip olmayan bir toplumun mevcut insan haklarını koruma ve geliştirme konusunda yetersiz kalacağına ilişkin bir kabulden hareket etmemdir. Ayrıca bilinmesinde fayda vardır ki, AB de kendi geçmişi ile yüzleşemeyen, yüzleşmek istemeyen ya da yüzleşmeyi beceremeyen bir toplumu içine almaya hazır değildir. Hele bir de Türkiyeye yönelik mevcut ön yargılarla birlikte, bu noktanın, diğer ülkeler açısından teşkil ettiği önemin ötesinde bir anlam kazanacağını da görmek gerekiyor. Ben bunu ek bir sorun değil, bir avantaj olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum.

Yakın tarihi hatırlamak

Türkiyede geçmişte yaşanan ihlaller farklı tarihsel dönemlerde, farklı gruplara yönelik olarak gündeme gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında, katliamların ve şiddetin ana hedefi Hıristiyan azınlıklardı. Cumhuriyet döneminde, devlet destekli şiddet değişik Müslüman grupları ve seküler solcuları hedef aldı. Elimizdeki yazılı kanıtları ve de sözel tarihle kulaktan kulağa aktarılanları biraraya getirirsek, Cumhuriyet döneminde yaşanan şiddetin tüm boyutlarının henüz daha tam anlamıyla bir dökümünün yapılmamış olduğu görülecektir. Öte yandan, hak ihlallerinin oldukça kabarık olmasına ve de bu ihlallere muhatab olmuş grupların oldukça geniş ve yaygın niteliğine rağmen Türkiye insanı, başlarına gelen kötülükleri, mahkemeler, gerçeği arama komisyonları ya da diğer formel, kurumsal araçları kullanarak sorgulama eğilimine girmedi. Bunun nedenleri arasında sadece geçmiş karşısındaki tavır alışı belirleyen kayıtsızlık kültürünü saymak yeterli değildir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru miktarının büyüklüğü toplumda, haksızlıkların giderilmesi doğrultusundaki güçlü bir özlemin varlığına işaret eder. Geçmiş haksızlıkların ama Türkiyede fazla ele alınmıyor olmasının başında, her bir gurubun değişik çatışmalardaki rollerinin değişik olması gerçekliği yatar. Bir çatışmada kurban olanın, bir diğer çatışmada fail veya destekçi olması hak arama eğilimlerinin hızını kesen bir faktördür. Çünkü sonuçta, hiç bir grup kendisinin suçlu veya sorumlu gösterildiği bir geçmiş hesaplaşmasına sıcak bakmaz ve geçmişin üstünü örtmek arzulanır bir ortak bileşke olarak ortaya çıkar.

Güven eksikliği

Burada eklenmesi gereken son nokta, toplumda geçmiş üzerine konuşmada güven eksikliği sorunudur. Geçmişteki çatışmaların grift karakteri, tuhaf bir biçimde, her grubun sadece kendisinin kurban olduğu çatışmaları gündeme taşıması sonucunu doğurmuştur. Bu ise bu grupların fail veya destekçi olduğu durumlarda kurban topluluklarda ciddi bir güvensizlik duygusu doğurmuştur. En azından her grup, diğerinin haksızlıklar konusundaki konuşma tarzını samimi bulmamakta ve bu ele alış tarzına güvenmemektedir. Tüm bu faktörlerin geçmişin üstünü örtme eğilimlerini güçlendirdiğine kuşku yoktur.

Müslüman topluluklar arasında, Cumhuriyet döneminde yaşanan hak ihlallerinin bu ana karakteristiği, belki bu ihllaleri üzerinde çokça konuşulacak bir konu yapabilecektir ama bu konuşmanın, mahkeme, cezalandırma, hakikat komisyonları vb. biçimini alma şansı çok zayıftır. Turkiye, şu haliyle, İspanya gibi, yakın geçmişi unutma konusundaki kollektif anlaşmaya dayalı bir demokrasiye geçiş türünü sergiliyor. Bu noktada Ermeni soykırımı bir istisna teşkil ediyor. Birincisi, Ermenilerin kendilerini kurban grup olarak tanımlama kolaylıklarıdır. Yani çatışmada, kurban-fail ayırım ulus-din vb. faktörler nedeniyle de çok kolay yapılabilecek durumdadır. İkincisi, söz konusu suçun boyutları, Cumhuriyet dönemi hak ihlalleri ile kıyaslanmayacak boyutlardadır Üçüncüsü konu uluslararası düzeyde Türkiyenin 85 yıllık açık inkar ve red politikaları nedeniyle özel bir önem kazanmıştır. Gerek bilim dünyasında gerek politik düzeyde, geçmişin nasıl ele alınmaması gerektiği konusunda Türkiye negatif sembol bir ülke haline gelmiştir. Bu noktada, Türkiye özel bir dış baskı çeşidiyle de karşı karşıya olduğunu görmek zorundadır.

Ermeni-Türk Barışması

Ermeni Soykırımından haberdar olan pek çok kişi, bugünkü Ermeni-Türk geriliminin Türkler ve Ermenilerin tarihsel olayları farklı biçimde yorumlamalarından kaynaklandığını düşünüyor. Bu sınırlı bir ölçüde doğrudur. Ben, Türkler ve Ermeniler arasındaki bugünkü ilişkilerin, tarafların birbirlerini bugünkü algılayış tarzlarının, geçmişte yaşanmışlar kadar ve hatta ondan daha da önemli olduğunu düşünenlerdenim. Büyük ölçüde Türkiyenin tarihine yüz çevirmesi ve inkar politikalarıyla da beslenerek ve belki de ona tepki olarak gerek Ermeniler gerekse Türkler farklı bir tarih anlatımı geliştirdiler. Tarafların bugün oluşturdukları geçmiş üzerine konuşma tarzı esas olarak birbirini tümüyle dıştalayan bir karakterdedir. Egemen konumdaki tarih anlatımlarında taraflar birbirlerini sürekli olumsuz terimlerle tanımlarlar. Ötekinin son derece negatif bir aktör olarak yer aldığı bu tarih anlatıları, tarafların kollektif grup kimliklerinin en önemli parçasıdır ve mevcut ulusal stereotiplemeleri güçlendirmek için kullanılmaktadır. Bu anlamda, tarafların şu anda kendilerini ve öteki tarafı algılayış tarzları, tarihte neler olduğu tartışmasının tamamiyle dışında ve hatta tarih üzerine konuşmanın da önünde engel durumundadır. Iddia edebilirim ki, tarafların birbirlerin bugünkü algılayış tarzları tarafların birbirlerini anlamalarının ve konuşmalarının önündeki en büyük engelldir.

Uzlaşmayı ve barışmayı zorlaştıran bir diğer faktör ise, her iki toplumun yaşadığı travmanın derinliğidir. Gerçi bu travmalar tümüyle farklı karakterdedirler ancak her iki travmanın sonuçlarından biri de geçmiş, bugün ve geleceğin tek bir parça gibi algılanması olmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, her iki toplum da bugünkü ilişkilerini geçmişin paradigmaları içinde yaşamaktadır.

Bu çatışma dışarıdan nasıl görünüyor?

Olaylara kuşbakışı bakan biri için, sanki bu çatışmada iki temel fraksiyon varmış gibi görünüyor: Bir tarafta Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında yaşanan bütün olayları, özellikle de Ermeni Soykırımını gözardı eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, diğer tarafta da Ermeni Cumhuriyeti Devleti ve Ermeni diasporası. Bu iki taraf, soykırımı ispatlamaya ya da inkar etmeye dayalı politik ve psikolojik bir savaşa adanmış gibi görünüyorlar. Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti, Türkiyenin Soykırımı tanıması için baskı yapmak için Batılı güçleri ve Batı kamuoyunun hassasiyetlerini kullanmaya çalışırken, Türk tarafı politik ve askeri gücünü Ermeni soykırımının tanınmaması için seferber ediyor. Uluslar arası kamu oyu, parlamentolar ve diğer kurumlar giderek Türkiye ile Ermeniler arasındaki çatışmanın savaş alanı haline dönmeye başladılar. Durum öyle bir hal aldı ki taraflar birbiri üzerinde üstünlük sağlamanın tek yolu olarak üçüncü tarafların ikna edilmesine bel bağlar hale geldiler. Burada sorulması gereken soru şu olmalıdır: Türkler ve Ermeniler arasındaki sorun üçüncü tarafların kazanılmasıyla çözümlenebilir mi? Böyle bir strateji bu problemi çözer mi yoksa daha da içinden çıkılmaz bir hale mi dönüştürür?

Üçüncü tarafı kazanma stratejisinin bazı avantaj ve dezavantajları vardır. Ermeniler için, iki açık avantaj sözkonusu: Birincisi soykırımın başka ulusal parlamentolar tarafından tanınmasının bir anlamda Türkiyenin soykırımı inkar etmesini giderici, telafi edici bir işleve sahip. Ayrıca Türkiyede kimsenin pek görmek istemediği bir başka gerçek daha vardır. Parlamentolarda kararların alındığı ülkelerde Ermeniler vatandaştırlar ve kendi devletlerinden tarihte kendilerine karşı yapılmış bir haksızlığın tanınması gibi son derece doğal ve demokratik bir talep ileri sürmektedirler. Bu ülkelerde, tarihteki çeşitli sorunlara ilişkin benzer kararlar alma geleneğinin olduğunu da burada eklemek gerekmektedir. Tartışmanın üçüncü partiler nezdinde yürütülmesinin bir diğer nedeni ise, Ermenilerin konuyu ancak bu şekilde gündemde tutabildikleri gerçeğidir. İddialı gibi görünse bile söylemeliyiz ki, eğer bu teşebbüsler olmasaydı, konu çoktan unutmanın dipsiz kuyusunda yok olup gidebilirdi.

Üçüncü tarafların konuya dahil olmasının sakıncalarına ilişkin bir çok gerekçe bulsak da, Türkiyede de tartışma ancak bu yolla canlı tutulabiliyor gibidir. Konu Türkiyede ancak ve ancak bu tür kararlar vb. nedeniyle gündeme gelmektedir çünkü konunun özgürce ve tüm açıklığıyla tartışılması için gerekli ortam ve koşullar ne yazık ki henüz yoktur. Mevcut koşullar altında, çeşitli ülkelerin parlamentolarında alınan kararları protesto etmenin ya da üçüncü tarafların müdahalelerine karşı çıkmanın yeterli olmayacağı görülmek zorundadır. Yapılabilecek yegane şey, Türkiyenin sorunun çözümü için yeni yollar, yeni platformlar yaratabilmesidir. Eğer konunun tartışılacağı yeni platformlar yaratılabilirse, üçüncü ülkelerin parlamentoları anlam ve önemlerini yitireceklerdir.

Üçüncü tarafları konuya dahil etmenin her iki taraf açısında da temel bir dezavantajı vardır. Tarafların çaresizliğinin ve sorun çözme yeteneksizliğinin farkında olan üçüncü taraflar genellikle tarafların bu durumunu kendi lehlerine kullanmak isterler. Bu tür müdahaleler ise çatışmayı uzatır ve de başka yeni problemler doğurur. Çatışmayı üçüncü taraf üzerinden yürütmenin bir diğer dezavantaj ise soykırımı tanıma-tanımama çatışması sırasında tarafların söylemlerini giderek keskinleştirmeleri ve karşı tarafı düşman gibi tanımlayan stereotiplemeler geliştirmeleridir.

Bütün bunlara rağmen üçüncü tarafı konuya dahil etmenin belli avantajları da vardır. Eğer iki taraf sorunu kendi aralarında çözemezlerse, üçüncü tarafın müdahalesi bazen gerekli ve yararlı olabilir. Buradaki esas soru şudur: Üçüncü tarafın müdahalesi nasıl yapılmalıdır, hangi yollar kullanılmalıdır ve nereye kadar gidilmelidir? Burada genel bir kural tekrar edilebilir: üçüncü taraf müdahalesi ancak ve ancak birbirine düşman iki tarafın sorunu doğrudan çözemedikleri noktada ve iki tarafın da bu aracı müdaheleye gerek duyması ve onay vermesi halinde faydalı olabilir. Yine genel kural olarak üçüncü taraf müdahelesi, parlamentoların yüzeysel ve kuru deklarasyonlarından farklı olmak ve onarıcı, yapıcı bir içeriğe sahip olmak zorundadır. Ancak böyle olursa, birbiriyle uzlaşmakta güçlük çeken taraflar birbirini anlamaya ve sorunla yapıcı biçimde ilgilenmeye başlayabilirler. Türk-Ermeni meselesinde bu rolü Avrupa Birliğinin oynaması mümkündür.





VII. GÜN

Barış
ma sürecinin yol haritası

er bir sorunu çözmek istiyorsanız, herşeyden önce, kamuoyunun sorunu algılayış tarzını değiştirmeniz gerekir. Egemen bilgilenme ve konuşma tarzının değiştirilerek kamuoyunun bilgilendirilmesi ve kamuoyu bilincinin uyarılması her sorun çözme stratejisinin merkezinde durur.

Uluslar arası düzeyde, benzeri sorunların çözümünde sıkça tekrar edilen genel bir kural vardır: sorun çözümü ancak iki tarafın birbirleriyle doğrudan ilişki kurmasıyla mümkündür. Doğrudan ilişki ile, taraflar birbiri hakkında oluşturdukları ön yargı ve hurafeleri değiştirebilir ve birbirleri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olabilirler. Sorunu tartışırken biz ve onlar veya kurbanlar ve suçlular söylemlerden uzaklaşmak, ortak ahlaki değerler üzerinde yükselen fakat aynı zamanda farklılıkları da vurgulayan hayatta kalanlar ve insan söylemine geçmek bu yolda atılması gereken ilk adımdır. Türkiyede, tarihi üzerine tartışmak istemeyen ve sorumluluktan kaçan çevrelerin, suçlama ile sorumluluk arasındaki sınırı yok eden dili bir bahane olarak kullandıkları bilinmektedir. Dolayısıyla, bugünkü Türkiye insanını suçlayan bir dilin değiştirilmesi bu tür bahanelerin de kolayca ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır.

Şüphesiz sorunu çözecek adımların başında Türkiyenin konuyu tartışmayı suç haline getiren tüm yasakları bir an önce ortadan kaldırmasıdır. Kamuoyunun herhangi bir baskı ya da cezalandırma korkusu yaşamadan özgürce tartışmaya başlaması gerekir. Taraflar, ancak geçmişle yüzleşmek suretiyle yaşadıkları travmayı aşabilir; ve geçmiş, bugün ve gelecek arasında ayrım yapmayı öğrenebilirler. Hikayelerin bütün çıplaklığı ile anlatılıp, tarihin açık konuşulur olmasıyla travma artık geçmişe ait bir husus haline gelecektir. Geçmiş için yas tutmaya olanak sağlayan böylesi bir süreç, tarafların birbiri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olmalarına ve iki komşu ülke olarak geleceği birlikte inşa etmelerine yardımcı olacaktır.

Hakikate ulaşmak için

Geçmişle uğraşmanın temel amacı elbette hakikati açığa çıkarmak olmalıdır. Burada hakikat kavramını çok geniş bir anlamda ve resmi çevrelerin artık ortadan kaldırılması gereken açık yalanlarına karşı kullanıyorum. Tarihte tek bir hakikat yoktur ve tarihçilik geçmiş üzerine farklı konuşma tarzları demektir. Ama geçmiş üzerine farklı konuşabilmek için, açık yalanların ortadan kaldırılabilmesi gerekiyor. Geçmişle ilgili hakikati açığa çıkarmanın iki temel hedefi vardır: 1) Kurbanlar için adalet arama ve onların ayaklar altına alınan haysiyetlerini onarma, 2) ileride olması muhtemel hak ihlallerini önleme ve toplumlar arasındaki uzlaşma ve barışı kolaylaştırmak.

Kamuoyunun olaylar hakkında bilgilendirilmesi gerçeğin basın-yayın yoluyla yayılması gereklidir ancak asla yeterli değildir. Asıl önemli olan gerçeğin resmi düzeyde kabul görmesi, resmi makamlarca tüm yönleriyle komuoyuna maledilmesi ve gerçeğin ulusun tarih kayıtlarına resmen düşülmesidir. 1915in Türkiye tarih yazımının bir köşe taşı, Türkiyenin kendini tanımlamasının bir mihenk noktası haline gelebilmelidir.

Avrupa Birliği önderliğinde oluşturulabilecek hakikat komisyonu ya da tarihçiler komisyonu böylesi bu işlevi üstlenebilir. Ama bu tür komisyonların faaliyetlerinin tüm aşamalarının son derece şeffaf olması; sonuçların toplumun ahlaki eğitiminin bir parçası olarak herkese açık olması gerekir. Demokratik bir kültürün oluşturulması ile kamuoyunun gerçeğe vakıf olması arasında güçlü bir ilişki vardır.

Tarihe ilişkin benzeri haksızlıklarla uğraşan komisyonların uğraştığı merkezi soru, kurbanların yaralarının nasıl sarılacağıdır. Bu bağlamda Ermenilerin uğradığı zararların nasıl telafi edileceği, en azından ahlaki bir sorun olarak Türkiyenin önünde durmaktadır. Sorun, hukuki olmanın ötesinde öncelikle ahlakidir. Fakat, Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı İmparatorluğunun devamı olarak kabul edilip edilmeyeceği sorusu başta olmak üzere cevap verilmesi gereken onlarca hukuki sorun vardır.

Elbette bu süreçte, Ermeni soykırımında ortaya çıkan zararların tazmin edilmesi isteğinin karşısına, aynı büyüklükte olmasa bile Müslüman kayıpları ve bunların zararlarının tazmin edilmesi isteğini çıkartılabilir. Bunlar kadar önemli olan bir nokta ise, bu tür bir tartışmanın acıları ve kayıpları pazarlık masasına koymak anlamına geldiğidir. Özellikle kurbanlar veya onların hayatta kalan akrabaları açısından bu kabul edilemez bir ahlakı açmazdır. Benzer bir sıkıntı da Türkiyenin geçmişte yaşanan olayların adını koymaksızın ve belki de özür bile dilemeksizin tazminat verip olaydan sıyrılmaya kalkışmasıyla ya da, Japonyanın geçen yıllarda yaptığı, hiçbir toplumsal sonucu olmayan yarım ağız bir özür dileme ile de geçiştirmesiyle yaşanabilir. Bunlar taraflar arası görüşme ve konuşmalar başlamadan önce dikkate alınması gereken ciddi sorunlardır. Ancak bu sorunlarla karşılaşmayı göze almadan tarafların sorunun çözümü konusunda bir anlaşmaya varmaları da mümkün değildir.

Tazminat ve hasar giderme taleplerinin hukuki açıdan can sıkıcı yanları olmasına rağmen, tazminatın aslında sembolik bir adım, sadece ahlaki bir jest olduğunun unutulmaması gerekir. Can ve mal kayıplarının tam anlamıyla karşılanmasını sağlayacak bir tazminat mekanizması ne yazık ki henüz icad edilmedi. Sorunun çözümü bu kayıpların neler olduğundan kamuoyunun haberdar olmasına bağlıdır. Her iki tarafın vicdanında, geçmişteki adaletsizliğin kısmen de olsa giderildiğine dair güçlü bir manevi duygunun yaratılması esastır. Bütün bunlardan sonra Türk-Ermeni çatışmasına ilişkin şöyle bir yol haritası önermek mümkündür:

a) İlk adım güncel meselelerle tarihsel olanların ayrılması olmalıdır. Türkiye diplomatik ilişkiler için Ermenilerin uluslar arası platformlarda Soykırımın tanınması girişimlerinden vazgeçmesini ön şart olarak koymaktan vaz geçmelidir.

cool.gif İkinci adım her iki devletin karşılıklı güveni arttırıcı pratik adımlar atmasıdır. Sınırın ön koşulsuz açılması, diplomatik ilişkilere ek olarak örneğin Türkiyedeki bakanlıkların web sitelerinde olduğu gibi, resmi kurumların ortalığı kızıştırıcı politikalardan vazgeçmesi gerekir. Zaten bu web sitelerinin varlığı bile Türkiyenin devlet politikasıyla çelişmektedir. Bilindiği gibi Türkiye, devletlerin işe karışmaması ve konunun tarihçilere bırakılmasını istemektedir. Oysa konuya bulaşmamış Türk devlet kurumu yok gibidir.

c) Anadoludaki Ermeni kültürel varlıklarının korunmaya alınması ve restore edilmesi barışma yolunda önemli bir adım olabilir. Eski Ermeni şehirlerini ve tarihi eserleri onarmak, bunların Ermenice orijinal isimlerini kullanmak, Ermenilerin Anadolu kültürüne yaptıkları katkıları bilinir hale sokmak ilişkilerin inşaası için güzel jestler olacağı gibi, en önemli ürünlerini Anadolu topraklarında veren Ermeni kültürüne ve yaşamına ilişkin izlerin yeryüzünden silinmesinin de önüne geçecektir.

d) Tehcir sırasında ülkeden ayrılmak zorunda kalmış Ermenilerin eski şehirlerinin fahri vatandaşı yapılması ya da özel bir statü ile Türkiyede ikametine izin verilmesi gibi sembolik adımlar da çok faydalı olur.

e) Tarafların diğerine ne yapması gerektiğini hatırlatan bir dilden uzak durmaları gerekir. Karşı tarafın ne yapması gerektiğini hatırlatan bir tutum sorunu çözmez, aksine derinleştirir. Bu nedenle, soykırım kelimesini kullanmayın veya soykırımı kabul etmeden olmaz gibi karşı tarafa şart sürmeler işi ancak çözümsüzlüğe götürür. En önemli ön şart, karşı tarafı dinlemeyi başarmaktır.

f) Bugün, devlet ve milliyetçi çevrelerce pompalanan propaganda nedeniyle Türkiyede Ermenilerin katıksız bir Türk düşmanı olduğuna, tek hedeflerinin bir zamanlar atalarının yaşadığı toprakları geri almak olduğuna ve buldukları ilk fırsatta 1915de yaşadıkları olayların intikamını almak isteyeceklerine inananların sayısı gerçekten az değildir. Ermeni çevreler, yapacakları küçük jestlerle bu hurafelerin ortadan kaldırılmasına büyük katkı yapabilirler. Türkiyeden istenilenin tarihsel gerçekliğin benimsenmesi ve acılarının kabul edilmesi olduğunu, Türk kamuoyuna açık bir biçimde anlatma konusunda yapabilecekleri şeyler vardır. Ermenistan Parlamentosunun Türkiyeden herhangi bir toprak talebi olmadığını açıklaması, ASALA cinayetlerinin açık olarak kınanması gibi bazı jestler milliyetçi propagandaları boşa çıkarılabilir ve Türk kamuoyu yeniden şekillendirilebilir.

g) Tarafların birbirini tanımlarken kullandıkları dilin değişmesi gerekiyor. Her iki taraf da farkına varmalıdır ki, bu güne kadar kullanılan dil, çatışma politikasının bir ürünüdür ve bu dilin kullanılmaya devam edilmesi sorun çözmede kullanılamaz. Türk ve Ermeni kelimelerinin bugünkü kullanılış tarzı buna bir örnek olarak verilebilir. Ermeni çevrelerde yaygın olarak kullanılan soyut ve tarihsiz Türk kelimesi sorunu çözmeye değil, karmaşıklaştırmaya yarıyor. Bu kavram, aralarında pek çok farklılık bulunan Türk devleti ile Türk halkını aynı kefeye koymakla kalmıyor, aynı zamanda toplumun değişik kesimlerini de tek bir bütünmüş gibi sunuyor. Halbuki ortada tek bir Türk yerine, Kürtler, Türkler, Aleviler, Müslümanlar, Çerkesler, kısacası çeşitli kesimler var. Devletle toplum ve toplumun değişik kesimleri arasındaki farklılıkları ortaya koyan bir dili geliştirmek sorunun çözümünün yarısı gibidir.

Türkiyede kullanılan Ermeni kavramı da böyle. Bu kavram son derece negatif bir içerikte kullanılmanın ötesinde, Ermeni toplulukları içerisindeki farklılıkları da yok sayıyor. Salt bu kavramların daha ayrıntılı kavramlarla yer değiştirmesi durumunda bile ilk ortaya çıkacak gerçek şu olacaktır: Ortada bir tarafta Ermenilerin öbür tarafta Türklerin olduğu bir sorun yoktur. Aksine, çatışma ve sorun isteyen Ermenilerle Türklerin bir tarafı; geçmişle yüzleşerek yarını kurmak isteyen Ermeni ve Türklerin diğer tarafı oluşturduğu bir sorun söz konusudur.

h) Tarafların üzerinde konuştukları tarih malzemesinin bütünlüğünün sağlanması ve taraflar için bilinir hale sokulması gerekir. Bu adımın atılmasının önündeki ciddi engellerin başında konuya ilişkin birincil kaynakların değişik dillerde ve değişik ülke arşivlerinde bulunmasıdır. Bu yüzden konu, hala dil bilen ve maddi olanaklara sahip birkaç uzmanın tekelinde kalmış gibi görünmektedir. Örneğin Türk dokumanları Arap harfleriyle yazılmış olduğu gibi, bunlar arasından devlet tarafından seçilen az miktarda belge tercüme edilmiştir. Üstelik bu belgelerin tutulduğu arşivler aksi yönde edilen onlarca söze rağmen malesef tümüyle açık değildir. Örneğin Başbakanlık arşivinde çalışan özellikle genç Türk akademisyenlerin sorgulanması sıradan bir uygulamadır. Aynı şekilde Türkiye toplumunun büyük kesimi, Amerikan, İngiliz, Alman ve Avusturya arşivlerinden habersizdir. Bu nedenle bu belgelerin toparlanması, tercüme edilmesi ve yayınlanması çok önemli bir adım olacaktır. Tüm bu çalışmalar, Avrupa Birliği tarafından da desteklenecek, oluşturulacak ve resmi veya yarı-resmi tarihçiler komisyonu ya da gerçeği arama komisyonu çatısı altında yürütülebilir.

Sonsöz

Böyle bir komitenin esas amacı sadece 1915de gerçekten ne olduğunu tesbit etmekle sınırlı olmamalı, daha uzun vadede bu konulara dair toplumsal bir etik oluşturmaya da katkıda bulunmalıdır. Üzerinde toplumsal konsensus sağlanan böylesi bir etik sayesinde kutuplaşmaya ya da çatışmaya dayalı tarih yazımlarının önüne geçilebilir. Burada ille de her iki tarafın da yaşananlar üzerinde tam bir uzlaşmaya varmasını ya da tarihin her iki taraf için de aynı hale getirilmesini önermiyorum. Asıl üzerinde durduğum, her iki tarafında da üzerinde anlaşabileceği ve iletişim kurmasına yardımcı olacak bir genel etik zemini oluşturmaktır. Bu zemin tarih üzerine farklı konuşma tarzlarına da imkan tanır ki olması gereken de budur.

Her iki ülkenin eğitimcilerinden oluşturulacak karma komiteler sayesinde tarih, her iki tarafından kabul edebileceği bir anlatı içine sokulabilir. Tarihe ilişkin taraflarca genel kabul görmüş bir tarih anlatımının Türk ve Ermeni müfredatlarına girmesi sayesinde her iki toplum arasındaki düşmanlık duyguları ve nefretin de azalacağı görülmek durumundadır.

Özetle, sorun Türkiye ve Ermenistan arasındaki ve bölgedeki ilişkilerin düzeltilmesi ve demokratikleştirilmesinin bir parçasıdır. Ortadoğuda barışın önündeki en önemli engellerden birisi, bölge halklarının birbirleri hakkında hala üzerinde konuşulmamış tarihi deneylere dayanan yargılara sahip olmalarıdır. Tarih hala bölge barışının önünde bir engel gibidir. Bölge halkları için büyük acılar anlamına da gelen bu ortak tarih üzerine konuşulmadıkça, halklar arasındaki kuşku ve önyargılar aşılamaz. Bölgede halklar arası güvenin yaratılması ve demokratik ilişkilerin geliştirilmesi, tarih üzerine konuşma ile de doğru orantılıdır


ERMENİ SORUNU
Yukarda söylenenlerden başka, tarihle yüzleşmeyi neredeyse imkansız hale getiren ilave bir faktör daha vardır. Eğer bir toplum, bugününü borçlu olduğu kişilerin (bizim örneğimizde içlerinden bir kesimin), birer kahraman değil de, aslında kendi öz kimliğinin kültürel bileşenlerini tehdit eder türden suçlar işleyen kişiler olduğunu keşfederse bunu ne kadar kaldırabilir? Eğer varsa böyle bir gerçekliğin yaratacağı şok kabul edilmek durumundadır. Bu durum, bir toplumun, sahip olduğuna inandığı kendi kimliği ile bunun başkaları tarafından kabul edilmiş hali arasındaki büyük bir çelişkinin varlığına denk düşer. Kahraman ile katil veya hırsız sayılma arasındaki korkunç uçurumla baş etmek için kollektif şizofreniden, inkardan, o olayla ilişkisini yok saymaktan veya içine kapanmaktan başka çare yok gibi gözükür. Türkiyede konu üzerine konuşmaktan kaçılmasında böyle bir gerçekliğin ağır payı vardır.

Osmanlı İmparatorluğunun yönetici elitinin, fazla bir değişikliğe uğramadan Cumhuriyet döneminin de yönetici eliti olması, doğal olarak Ermeni soykırımı ile Cumhuriyetin kuruluşu arasında bir ilişki doğurmuştur. Bu üç yönlü bir ilişkidir. Birincisi, 1918de Birinci Dünya Savaşında yenildikten sonra Anadoluda direniş hareketini örgütleyen parti ile soykırımı uygulayan parti aynı partidir. Türk tarih yazımında İttihat e Terakki Partisinin Anadolu hareketi içindeki rolü küçümsendiği için, bu bağlantı ortalama bir kişinin kafasında kolayca kurulmaz ama Mustafa Kemal bile İttihat ve Terakki Partisi üyesidir ancak bu parti içinde sivrilmiş biri değildir. Anadoluya görevle gönderilmesinde sakınca görülmeyecek, öne çıkmamış bir politik kimliğe sahiptir. Mustafa Kemal kendisinin başlangıç yıllarında arka planda kalışını, Enver tarafından yapılan komplolar ile izah eder. Bilindiği gibi İttihat ve Terakki Fırkası, askeri bir yenilgi halinde, direnişe ne şekilde devam edileceğinin planlarını daha savaş öncesinde yapmıştı. Aslında yenilgiye rağmen Enver Paşa için savaş bitmemişti ve ikinci perdesi Kafkaslarda yeniden açılacaktı. Savaşın bitiminden önce, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Anadolunun birçok yerinde gizli depolara silahlar saklandı. Mondoros Mütarekesinden hemen sonra da, İttihat ve Terakki Fırkası, ilk savunma ve direniş örgütlerini Anadoluda kurmaya başladı. Bunlardan Karakol adıyla bilineni, doğrudan İttihat ve Terakki liderleri Enver ve Talat Paşalar tarafından kurulmuştur. Karakol örgütünün birincil görevi direnişi örgütlemek olduğu kadar, Ermenilere karşı işlenmiş suçlardan dolayı aranan İttihat ve Terakki lider kadrosunun yurtdışına gizlice kaçırılmasını örgütlemekti.

Cumhuriyetin kuruluşu ile soykırım arasındaki ikinci önemli bağ ise birincisinin doğal bir sonucuydu. Ulusal kurtuluş savaşını örgütleyen ve yürüten kadroların bir kısmı Soykırıma doğrudan katılmış kimselerdi. Tehcir suçlarından dolayı aranan ya da yargılanan pek çok kişi arasında, Topal Osman, Deli Halit Paşa, Yenibahçeli Şükrü, Hilmi, Nail Beyler en çok bilinen isimlerin başında gelir. Bunu gibi, Kurtuluş savaşından sonra önemli görevlere atanan kadrolar arasında da Soykırımda doğrudan görev almış olanlar vardı. Örneğin Ermeni Tehcirinin İskan-ı Aşair ve Muhacirin Umum Müdürü (Sevkiyat Reis-i Umumusi) Şükrü Kaya İç İşleri Bakanlığı ve CHPnin genel sekreterliğini yaptı. Şükrü Paşa Maltaya sürgün edilmiş ancak 6 Eylül 1921de firar etmişti. Kırım sırasında önce Bitlis daha sonra Halep valisi olan Abdülhalik Renda, Maltadan döndükten sonra önce Maliye, Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıklarında bulunmuş ardından TBMM başkanlığı yapmıştır. Soykırım yıllarında Diyarbakır milletvekili olan Arif Fevzi (Pirinççizade) bir süre Maltada gözetim altında tutulduktan sonra dönmüş, Mayıs 1922-Ekim 1923 arasında Nafıa Vekilliği yapmıştır. Yine Maltada 2805 nolu tutuklu olarak bulunan İttihat Terakkinin Antep milletvekili Ali Cenani Bey Kasım 1924-Mayıs 1926 arasında Ticaret Bakanı olurken, Ermeni ölülerinin gömülmesinden sorumlu Sağlık Genel Müfettişi olan Dr. Tevfik Rüştü Aras 1925-1938 arasında bir çok önemli görevinin yanısıra İkinci Dünya Savaşı sırasında Dışişleri Bakanlığını yürütmüştü. Şüphesiz bu liste, benzeri isimlerden sadece birkaçıdır ve onlarcasını daha eklemek mümkündür.

Soykırım zenginleri

Cumhuriyetle Ermeni Soykırımı arasındaki üçüncü bağlantı ise, Anadolunun bazı bölgelerinde (Çukurova gibi) Soykırımdan zengin olan yeni bir tabakanın oluşmuş olmasıdır. Soykırım zengini eşraf, Ermenilerin geri gelip hem intikam alacaklarından hem de mallarını geri isteyeceklerinden korkmuşlardır. Nitekim Savaş sonrasında İttifak güçlerinin bu kesimin peşine düşeceğinin anlaşılması üzerine bu yeni zenginler tabakası, ulusal direniş hareketinin destekçisi olurlar

Bütün bunları alt alta yazdığımızda, gayet açık olan şey, ulusun kollektif belleğine bir ulusu yoktan vareden adamlar olarak kazınmış bazı kişilerin birden hırsızlar ya da caniler olarak tanımlanmasının bir toplum için ne kadar yıkıcı olacağıdır. Bu nedenle Ermeni Soykırımı, hem 1923 öncesi için hem de Cumhuriyetin kurulduğu yıllar için unutulması gereken bir referans noktasıdır. Ermeni Soykırımını tümüyle inkar etmek, bu sorunlarla yüzleşmek için insiyatif almaktan elbette çok kolay bir yoldur. Fakat eklemek gerekir ki, Türkler, Cumhuriyetlerinin kurucusu olan Mustafa Kemalin kişiliğinde, konunun üzerine gitmek için son derece önemli bir desteğe sahiptirler. Mustafa Kemalin, o son derece zor günlerde bile göstermekten çekinmediği cinayetleri lanetleyen ahlaki tavır alışı, bugünkü kuşaklara, konuya yaklaşmada işe nereden başlanacağının ışığını tutar gibidir. Daha sonraki kuşaklar, neredeyse tapınmak derecesinde saygı gösterdikleri liderlerinin Ermeni soykırımı konusundaki dürüst tutumunun çok ama çok gerisine düşmüş görünüyorlar.

5) Bu işin sonu nereye varacak ? korkusu

Türkiyede bir başka yaygın kanı da, bu konuyu tartışmaya başlamanın tarihsel haksızlıklar konusunda bir nevi Pandoranın Kutusunun açılması sonucu doğuracağıdır. Yani tarihle yüzleşmeye hangi tarihten itibaren başlanmalıdır ve bu nereye kadar götürülmelidir? Ve bunun arkasından ne gelecektir? Türkiyede bugün pek çok kişi, geçmişin böyle didiklenmesi zararlı sonuçlar doğurabilir, diye düşünebilmektedir. Bunun bir nedeni, acaba, tarihinde pek çok yanlış yapmış bir toplumun bu kadar çok sorunla başedemeyeceğini düşünmesi olabilir mi?. Gerçekten de Osmanlı-Türk tarihindeki kitlesel şiddetin tarihi dipsiz bir kuyuya benzer.

er tarihi tartışmaya, 19.yyın sonları ile 20.yyın başlarından itibaren başlarsak, tarihsel haksızlıkları iki kategoride toplayabiliriz. Bu kategorilerden ilki 1923 öncesinde esas olarak Müslümanlar ile gayri müslimler arasında yaşanan çatışmaların ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu çatışmalar Cumhuriyet dönemi boyunca da gayri-müslimlere düşmanlık duyulması ve onlara karşı çeşitli haksız uygulamaların gündeme getirilmesi biçiminde devam etmiştir. Bu düşmanlığın en meşhur örnekleri arasında 1934de Trakyada yaşayan Yahudilere karşı yürütülen saldırılar ve 15 bine yakın Yahudinin yerlerinden edilmesi, dahası ülkeden göç etmek zorunda bıkarılması, 1942de esas olarak gayri-müslimlere uygulanan Varlık Vergisi, 1955de İstanbulda yaşanan ve 6-7 Eylül olayları diye bilinen, başta Rumlar olmak üzere tüm gayri-müslimlere karşı kitlesel saldırı hareketleri, 1963de Rumların İstanbuldan kaçırtılması, Süryanilerin Avrupaya ve ABDye göçetmesi sayılabilir.

Kürt Ayaklanmaları

İkinci kategori ise Cumhuriyet Döneminde ortaya çıkan yeni çatışmalarda yaşanan haksızlıklardır. Bu çatışmalar esas olarak Müslümanlar ile Müslümanlar arasındadır. Örneğin 1920 ile 1938 arasında, yüzlerce ölüyle sonuçlanan 20den fazla Kürt ayaklanması yaşanmıştır. Bu daha çok geleneksel sayılabilecek çatışma ve haksızlıklara bir de 20.yyın sonlarına doğru yaşanan askeri darbeleri eklemek gerekir. Türkiye toplumunun neredeyse her kesimi, son kırk yılında, askeri darbeler, işkenceler, iz bırakmadan kaybolmalar, ölüm mangaları, Kürtlere ve Alevilere yönelik baskı ve saldırılar, faşist gruplarla sol gruplar arasındaki silahlı çatışmalarla biçiminde birçok olayla sarsılmıştır. Yakın tarihinde bunca yıkıcı olay yaşayan hangi toplum hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edebilir? Şu andaki Başbakanı bile kısa bir süre önce hapisten çıkmış bir hükümlü olan bir toplumdur Türkiye. Böylesi bir tarihe sahip olan ve geçmişle yüzleşmeye cesareti olmayan her toplumun yapacağı gibi Türkler de unutmayı tercih ediyorlar ve asıl sorun bu unutmanın mümkün olmadığının kavranılamamasından kaynaklanıyor. Türkiyenin ögrenmesi gereken, unutmanın en iyi yolunun üstüne örtü etmek değil, konuşmak olduğunu kavramasıdır.

Fakat Cumhuriyet dönemindeki çatışmaların bir önemli özelliği, Türkiyede konuşmayı zorlaştıran bir faktör olmaktadır. Bilindiği gibi, toplumun değişik katmanları (Kürtler, Aleviler, Laikler vb.) çatışmalar boyunca birbirleriyle sürekli yer değiştiren ittifaklara girmişlerdir. Tarihi boyunca yaşanmış her çatışmanın kurbanı, faili, sempatizanı ya da destekçisi rolleri, çatışmanın karakterine bağlı olarak değişmiştir. Belli bir çatışmada Kurban durumunda olabilen bir grup (örneğin Aleviler) bir başka çatışmada fail veya faillerin destekçisi (İslamla çatışma ya da Kürt sorunu) olabilmektir. Toplumsal gruplar genel kural olarak çatışmalar içindeki kendi rollerini ya kurban ya da son derece haklı olmak temelinde kurgulama eğilimindedirler. Türkiye tarihi ise bu konuda hiçbir gruba temiz bir sayfa sunmaz. Bu girift tarih, geçmişle yüzleşmek konusunda egemen olan kültürel gönülsüzlükle de birleşince Türkiyede tarihsel haksızlıklarla yüzleşmek hiç arzu edilmez bir iş haline gelmiştir.

Kollektif amnesiaya devam

Bu durumu açıklamak için ikisi de aynı gün yaşanan bir örnek vermek istiyorum. Geçtiğimiz aylarda Diyarbakırda, insan hakları örgütünün büyük çabasıyla 10 Kürt köylüsünün ceseninin gömülü olduğu bir toplu mezar bulundu. Bu kayıp kişilerin daha önce devlet güçleri tarafından tutuklandıkları ama gözaltında iken vuruldukları ve gömüldükleri anlaşıldı. Aynı gün gazetelerde 10 yıllık bir hapislik hayatından sonra serbest kalan önemli Kürt önderlerinden Leyla Zananın DYP lideri Mehmet Ağar ile görüşme talebinde bulunduğu yazıldı. Mehmet Ağar, toplu mezardan çıkarılan Kürt köylülerinin kaybolduğu dönemde İçişleri Bakanıydı. Leyla Zana ve Mehmet Ağarın, buluşma öncesi ve sonrasındaki tutumları, o kötü olaylarla yüzleşmekten ve üzerinde konuşmaktansa o olayları tarihe gömmenin daha doğru olacağını öne çıkaran bir kültürel duruşa denk düşüyordu. Kollektif amnesiayı devam ettirmek her ikisi için de çok sorunsuz bir tutum olarak gözükmektedir. Gazeteciler ise (örneğin Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesindeki 10 Kasım 2004 tarihli yazısında) bu buluşmayı geçmişin yaralarını onarma yolunda dostça ve cesur bir adım olarak alkışlamışlardır. Bu amnesianın devam ettirilmesine iyi bir örnek teşkil eder ve malesef Türkiyedeki sorunun nerede yattığına işaret eder. Amnesianın tek alternatifini kavga etmek veya döğüşmek olarak kuran bir kültürel çatının çok sağlıklı olmayacağı kabul edilmek durumundadır. Boşluksuz 9700



V. GÜN

Sorunu Çözme İ
çin Türkiye hangi adımları atabilir?

Burada sadece Türkiyenin atmasının doğru olduğunu düşündüğüm adımlar sorusuyla uğraştımın altını çizmek isterim. Genel soru şudur: Geçmişte gündeme gelmiş tarihsel haksızlıkların zararlarını giderme konusunda neler yapılabilir? Çatışmaların değişik toplum ve gruplarda açtığı yaralar nasıl tedavi edilir? Bir insan (bir toplum) kollektif travmayı nasıl atlatabilir? Bu sorulara hangi yanıtları vereceğimiz, katıksız adalet ile ne pahasına olursa olsun bir barış sağlama arasında yapacağımız kesin ve açık tercihe bağlı olarak değişir. En uç alternatifleri kurbanın intikam ateşi ile yanıp tutuşması ile failin suçunu örtbas etmeye çalışması arasında, ya da bir başka deyişle suçlulara yönelik sürek avı ile ellerimizi yıkayıp olaydan sıyrılmak arasında yapılacak seçim,olarak formüle edebiliriz.

Max Weber bu iki uç noktayı, politik tavır alışlarımızı da sıkça başvurduğumuz, iki ayrı ahlaki sistemin varlığı olarak teorileştirir. Webere göre, birincisi nihai inanç ahlakıdır. Bu ahlak, bir değerler ve idealler dizgesine yılmaz biçimde bağlanma ile karakterize olur. Diğeri ise sorumluluk etiğidir ve mevcut dünya içinde pratik olarak yerine getirilmesi mümkün olan koşullar tarafından belirlenir. Bu ahlaka göre, yapılacak olan ehven-i şer (kötünün iyisi) olana ulaşmaktır.

Bu iki uç arasında nerede durmalıyız ki, geçmişe, geleceğe yönelik yapıcı biçimde yaklaşabilelim? Bu konuda, Batı düşünce sisteminde egemen olan bir anlayış vardır. Bu anlayış, bireysel psikolojiyi anlamak konusunda kullanılan çözümleme metodlarına dayanarak, geçmiş travmalarla başetmenin en iyi yolunun acıyı seslendirmek ve bu acıyla birlikte yaşamayı öğrenmek olduğunu söyler. Bu metodun başarısı, söz konusu bireyin hikayesini anlatabileceği güvenli bir ortamın sağlanmasına bağlıdır. Bireysel psikoloji için önerilen bu metodu ulusal düzeye uyarlarsak, bu model, ulusun kendi tarihindeki travma veya tarihi haksızlıkların üstündeki örtüyü kaldırmasının, bunlarla yüzleşme arzusunun gelecek kuşakların rahat etmesinin şartı olduğunu savunur. Bu anlayış, toplumların kendi tarihiyle yüzleşmeyi başaramadıkları durumlarda, o toplumların, kendilerini bir zamanlar yaşadıkları travmaya götüren yanlışları tekrarlama ihtimallerinin kuvvetli olduğunu savunur. Fikir kısa ve özdür: konuş, eğer konuşmazsan aynı hatayı tekrar edersin.

Fazla hatırlama ile unutma arasında

Bu yaklaşıma karşı bazı haklı itirazlar ileri sürülebilir. Denebilir ki, bazı durumlarda geçmişin yaralarını açmak fazla iyi değildir ve onlar üzerinde durmamak ve bir anlamda onlarla birlikte yaşamak daha iyi bir seçenektir. Hatta bir görüşe göre, geçmiş üzerinde fazla ısrarlı olmak bir nevi hastalıktır. Burada yine iki uç nokta arasında; fazla hatırlama ile unutma arasında gidip geliyoruz. O zaman soruyu şöyle formüle edelim: Gelecekte aynı hataları tekrarlamak riskine düşmeden geçmişin travmalarından kendimizi nasıl kurtarabiliriz? Veya bir başka deyişle, geçmişin tutsağı olmadan geçmişi canlı tutmak için ne kadar derine inmeliyiz? Bu konudaki örnekler, iki uç arasında kollektif unutma ile cezaya dayalı adalet arasında geniş bir yelpazede toplanmaktadır. Fakat genel kural olarak diyebiliriz ki, toplumların kendi geçmişlerinde yaptıkları hak ihlallerinin tam bir listelemesini yapmaları, bu toplumların zorunlu demokratik dönüşümlerini yapabilmeleri açısından önemli görünüyor. Burada, geçmişle ilgilenme tarzının üç değişik biçimi, kollektif unutma, cezai yargılamalar ve gerçeği araştırma komisyonları üzerinde durmak istiyorum.

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

1) Affet ve Unut Yöntemi:

Garip görünebilir ama, kollektif amnesia (kollektif unutma) İspanya ve Mozambikte iyi sonuçlar vermiş bir yöntemdir. İlk olarak İspanyayı ele alalım. 1975de faşist diktatörlüğün devrilmesinden sonra demokrasiye geçiş barışçıl biçimde yapılmıştı. Politik elit, Franko dönemini lekelerse, askerleri ve güvenlik güçlerini suçlarsa, bunun yeni bir darbeye çanak tutabileceği korkusu içindeydi. Fakat halkın geçmişte yaşanmışların üstünü kapatma arzusu da çok güçlü idi. Bu özellikle geçmişteki olaylara bizzat katılanlar ya da suç ortaklığı edenler açısından geçerliydi çünkü ileride, yapmadıkları şeyler de dahil olmak üzere geçmişin bütün kötülükleri onların üzerine yıkılabilirdi. Ancak parlamento 1977 yılında, diktatörlük yönetiminde görev almış herkesi kapsayan genel bir af çıkardığında kimsenin itirazı olmadı.

Önce Portekize karşı bağımsızlık savaşı veren, ardından Marksist-Leninist çizgideki Frelimo hükümeti ile komşu ülkeler Güney Afrika Cumhuriyeti ile savaşan iç savaş ile Mozambikte, konu üzerine çalışan Priscilla B. Haynerın anlattığına göre taraflar hayır, tekrar çatışma, nefret ve acı bataklığına gömülmek istemiyoruz. Artık geleceğe odaklanmak istiyoruz. Şu anda geçmiş şu anda halen bugünün yaşayan bir parçası, henüz detaylı olarak irdelemek için ondan yeterince uzaklaşmadık diyerek, çatışmalar ve acılar üzerinde konuşmak yerine sessizliği seçmişlerdi.

İspanya ve Mozambik örneklerinin bize gösterdiği, kollektif amnesia metodunun şu durumlarda kullanıldığıdır : Eğer yüzleşmenin olumsuz sonuçlarından korkuluyorsa, (örneğin bu yüzleşme iç savaşın yeniden başlaması ihtimalini içeriyorsa), yüzleşmeyi göğüsleyecek bir politik irade yoksa, ya da ülke insanı hali hazırdaki yaşamını sürdürmek konusunda ciddi sorunlarla karşı karşıya ise (örneğin ülke yokolmanın eşiğindeyse); veya toplumda yüzleşmeye karşı güçlü bir kültürel tercih varsa, unutma tercih edilebilir bir alternatif olabilmektedir. Belki tüm bunlardan daha önemli sayılması gereken bir başka neden daha sayılabilir, eğer kurban ile fail aynı aileden geliyorsa geçmişle yüzleşmek imkansız gibidir, bu durumlarda, susmak ve unutmak en iyi yoldur.

Bu kısmı bir uyarı notu ile kapatabiliriz: Kollektif amnesianın bir ömrü vardır. Bir kuşak geçmişi unutmaya razıdır, ancak bu tavır sonraki kuşağı ya da kuşakları bağlamaz. Belki de tarihsel uzaklığın yarattığı rahatlık duygusu ile, yeni bir kuşak o günlerde gerçekten ne olduğu konusunda bir önceki kuşağa meydan okuyabilir. Tıpkı Kamboçyada olduğu gibi...

2) Cezaya dayalı adalet: Mahkemeler ve mahkumiyetler

Unutmanın tam karşı ucunda ise insan hakları ihlallerine teşebbüs edenlerin yargılanmasına yönelik aktif tutum yer alır. Buna en iyi örnekler İkinci Dünya Savaşından sonra Nazi savaş suçlularının Nürnbergdeki yargılanmaları, ya da 1989 sonrasında Doğu Alman Komünist Partisi yöneticilerinin yargılanmasıdır. Her iki olayda da, yeni politik kadrolar, politik ve sosyal rahatsızlıklara yol açma riski olmaksızın, hem suçluları cezalandırmak için gereken iradeye ve araçlara sahiptiler hem de bu eylemlerinin sonunda herhangi bir politik ya da sosyal rahatsızlığa neden olmayacaklarının güveni içindeydiler. Cezaya dayalı adalet modeli, sadece gerçek ya da potansiyel failleri caydırmakla kalmaz, aynı zamanda bu faillerin içinde yeşerdiği eski rejimin şiddet kullanarak iktidarı yeniden ele geçirmeye kalkışmasında da caydırıcı rol oynar.

Bu modelin, kurbanların onurunu ve yaraları sarmakta da başarılı olduğu, ve daha önemlisi aynı zamanda kişisel öç alma ihtiyaçlarını ortadan kaldırdığı da görülmüştür. Bu yöntemin bir diğer faydası da, silahlı güvenlik güçlerinin, içlerine yuvalanmış kötü unsurlardan arınmasına fırsat vermesidir. Kısacası, cezaya dayalı adalet yöntemi sadece yeni rejimin, eski rejimin çirkin meşruiyeti ile bağlarını şüphepe yer bırakmayacak biçimde koparmasını sembolize etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun yeni demokratik değerlere sıkıca bağlanmasını da garanti eder.

Genel kural olarak, bu yaklaşım ya eski yönetici elitin tümüyle alaşağı edildiği dramatik sosyal değişimlerin yaşandığı ülkelerde, ya da toplumun kurbanlar ve suçlular (failler) arasındaki ayrımı hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın yapabildiği hallerde başarılı sonuçlar vermektedir. Pekçok durumda, bu model, dönüşüm halindeki (özellikle de işgal ya da baskı altındaki) toplumların karmaşık sorunlarına çare bulamaz. Bu metodun en önemli sakıncaları ise günah keçisi yaratmak, suçlu avına çıkmaktır. Yani bu yöntem bir diğer deyişle muzaffer olanın adaletini sağlar.

3) Gerçeği Arama (Hakikat) Komisyonları (ya da Onarıcı Adalet)

Bir önceki metodun esas gayesi suçuları cezalandırmak iken, yani odak suçlular iken, gerçeği arama komisyonları esas olarak kurbanlara odaklanırlar. Burada amaç onların kimliğini tesbit etmek, başlarına gelenleri tanımlamak ve zararlarını telafi etmek için uygun yöntemleri bulmaktır. Onarıcı adalet süreci boyunca bir suçlama ve/veya yargılama süreci başlatılabilir de başlatılmayabilir de, çünkü asıl umud edilen, kurbanların ve ailelerinin bu süreç içinde kızgınlık ve acıları ile başetmeyi başarabilmeleridir.

Gerçeği Arama Komisyonları nın başarısını şu faktörler belirler:

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

1) Tarihi haksı
zlık ne kadar önce meydana geldi? (Çatışmanın tarihi eskiyse, araya giren zamanın çözümü kolaylaştırması mümkündür.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

2) Çatış
ma aynı etnik-dinsel grubun üyeleri arasında mı yaşandı yoksa değişik gruplar arasında mı? (Deneyimler göstermiştir ki, tek bir sosyal grubun içinde yaşanan çatışmaların çözülmesi veya affedilmesi daha kolaydır)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

3) Toplum, kurbanlar ile suçluları
n kimler olduğunu açıklıkla biliyor mu? (Eğer bu fark belirgin değilse, örneğin çatışma nedeniyle bir aile parçalanmış ve aile üyeleri farklı kamplarda yer almışsa, onları çatışma üzerinde konuşmaya davet etmek nasıl ailenin yaralarının daha da derinleşmesine neden olabilirse, başka durumlarda da aynı sonuç ortaya çıkabilir.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

4) Tarihi haksı
zlığa yol açanlar iktidardan nasıl uzaklaştırılmışlardır? Eski rejim üyeleri ile onların yerine göreve gelen yeni rejim üyeleri arasındaki ilişki nedir ve yetki devri nasıl olmuştur? Yeni rejime geçiş görüşmeler yoluyla, barışçıl biçimde mi yoksa birinin diğeri tarafından alaşağı edilmesi suretiyle, zora dayanarak mı olmuştur? (Eğer eski düzenin savunucularının bir bölümü gizli ya da açık biçimde hala iktidarı ve kaynakları ellerinde tutuyorlarsa, gerçeği aramak tam anlamıyla boş hayaldir.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

5) En önemlisi de, bu çalış
maların sonunda elde edilecek sonuçlar, sosyal istikrarı ve barışın artmasına hizmet edecek midir? (Eğer ortaya çıkarılan gerçek, düzeni bozacak ve barışı tehlikeye sokacaksa, bu yönteme başvurulmaması dahi ileri sürülebilir, ki eski rejim temsilcilerinin en çok başvurdukları argümanların başında bu gelir.)

Özetle, Türkiyenin tarihi ile yüzleşme sorunu ile karşı karşıya olduğu günümüzde, başta Latin Amerika ve Afrika olmak üzere, çeşitli yerlerde faaliyet göstermiş ve hala faaliyet göstermekte olan komisyon deneylerinin yakından bilinmesinde fayda vardır. Bu farklı deneylerin bilinmesindeki asıl önemli olan şey, Türkiye insanının, şu anda karşılaştığı sorunun bir tek kendisine has bir sorun olmadığının farkına varmasına sunacağı katkıda yatar. Kendi karşılaştığı sorunun, olağan veya sıradan sorunlardan birisi olduğunun bilinmesi, sorunun çözümü doğrultusunda adım atma medeni cesaretini de hızlandırabilir.



VI. GÜN

Türkiye Nerede Duruyor?

Genel ilke olarak, geçmiş bir tarihte yaşanmış insan hakları ihlalleriyle uğraşanlar iki amacı gütmelidirler: Birincis bu türden ihlallerin ve haksızlıkların yeniden olmamasını sağlamak ve ikincisi bu haksızlıkların doğurduğu zararları gidermek. Geçmişle hesaplaşmanın anlamlı olması için, özür dileme ve onarmaya ek olarak yapılabilece en etkin bir başka tedbir eğer mümkünse, örneğin halen yaşıyorlarsa, faillerin cezalandırılması konusunda güçlü ve etkili adımlar atmaktır. Cezalandırmanın faillerin dahil olduğu toplumsal kesimlerin bir daha böyle işlere tevessül etmemeleri yönünde caydırıcı bir özelliği vardır. Fakat tüm bu adımlar, eğer tüm toplumun eğitilmesini de kapsamaz ise başarılı olamayabilir.

Türkiye gerek iç dinamikleri sayesinde, gerekse Avrupa Birliğine katılma sürecinin etkileriyle, otoriter rejimden demokrasiye doğru hızla yol alan bir geçiş toplumdur. Türkiyenin demokratik bir topluma devrilme süreci, Avrupa Birliğinin üyeliği yolunda benzeri evrimleri geçiren İspanya, Portekiz ve Yunanistanın yaşadıkları ile kıyaslanabilir. Bir farkla ki,Türkiyede eski militarist-bürokratik yapı hala iktidarın önemli kilit noktalarını elinde tutmaya devam etmektedir. Hatta bu güçlerin demokrasiye geçiş sürecini etkisizleştirmek, uzatmak ve karmaşık hale getirmek konusunda oldukça başarılı oldukları dahi ileri sürülebilir. Fakat, gerek Avrupa Birliği gerekse içerden sivil toplumdan gelen baskılar bu güç odaklarını şimdilik sessiz kalmaya itmiş gözüküyor.

Tarihle yüzleşmek, bir toplumun demokratikleşme sürecinin en önemli göstergesidir. Bu süreçte, Avrupa baskısı ve sivil toplumun gelişmesi, Türkiyenin tarihsel adaletsizlikler üzerinde kendiliğinden düşünmesini etkileyen birbiriyle bağıntılı iki faktör olarak karşımıza çıkıyor. AB hem bu süreci hızlandırıcı hem de teşvik edici bir rol oynuyor. Örneğin geçmişle yüzleşmenin doğurabileceği olumsuz koşullar, AB üyeliğinin sağlayacağı sosyal ve ekonomik avantajlarla telafi edilebilecek gözüküyor. Sorunlara son derece fayda ve çıkar mantığı ile yaklaşmaya alışmış militarist-bürokratik güç odakları, eğer tarihle yüzleşmenin bazı faydalarını, ödüllerini görürse bu konuda çok fazla engel çıkarmayabilir. Bu noktada AKP iktidarının ve Türkiyede demokratik ilişkilerin gerçekten egemen olmasını isteyenlerin cevap vermesi gereken bir soru karşımıza çıkıyor. Eğer Türkiyede mevcut insan haklarını korumak ve geliştirmek istiyorsak, geçmişteki insan hakları ihlalleri ile ilgili olarak, toplum olarak hangi sorumluluklara sahibiz? Hükümet ve toplum olarak geçmiş haksızlıklar konusunda yerine getirmemiz gereken yükümlülükler nelerdir? Bu soruyu sormamın nedeni, geçmişiyle yüzleşme yeteneğine sahip olmayan bir toplumun mevcut insan haklarını koruma ve geliştirme konusunda yetersiz kalacağına ilişkin bir kabulden hareket etmemdir. Ayrıca bilinmesinde fayda vardır ki, AB de kendi geçmişi ile yüzleşemeyen, yüzleşmek istemeyen ya da yüzleşmeyi beceremeyen bir toplumu içine almaya hazır değildir. Hele bir de Türkiyeye yönelik mevcut ön yargılarla birlikte, bu noktanın, diğer ülkeler açısından teşkil ettiği önemin ötesinde bir anlam kazanacağını da görmek gerekiyor. Ben bunu ek bir sorun değil, bir avantaj olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum.

Yakın tarihi hatırlamak

Türkiyede geçmişte yaşanan ihlaller farklı tarihsel dönemlerde, farklı gruplara yönelik olarak gündeme gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında, katliamların ve şiddetin ana hedefi Hıristiyan azınlıklardı. Cumhuriyet döneminde, devlet destekli şiddet değişik Müslüman grupları ve seküler solcuları hedef aldı. Elimizdeki yazılı kanıtları ve de sözel tarihle kulaktan kulağa aktarılanları biraraya getirirsek, Cumhuriyet döneminde yaşanan şiddetin tüm boyutlarının henüz daha tam anlamıyla bir dökümünün yapılmamış olduğu görülecektir. Öte yandan, hak ihlallerinin oldukça kabarık olmasına ve de bu ihlallere muhatab olmuş grupların oldukça geniş ve yaygın niteliğine rağmen Türkiye insanı, başlarına gelen kötülükleri, mahkemeler, gerçeği arama komisyonları ya da diğer formel, kurumsal araçları kullanarak sorgulama eğilimine girmedi. Bunun nedenleri arasında sadece geçmiş karşısındaki tavır alışı belirleyen kayıtsızlık kültürünü saymak yeterli değildir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru miktarının büyüklüğü toplumda, haksızlıkların giderilmesi doğrultusundaki güçlü bir özlemin varlığına işaret eder. Geçmiş haksızlıkların ama Türkiyede fazla ele alınmıyor olmasının başında, her bir gurubun değişik çatışmalardaki rollerinin değişik olması gerçekliği yatar. Bir çatışmada kurban olanın, bir diğer çatışmada fail veya destekçi olması hak arama eğilimlerinin hızını kesen bir faktördür. Çünkü sonuçta, hiç bir grup kendisinin suçlu veya sorumlu gösterildiği bir geçmiş hesaplaşmasına sıcak bakmaz ve geçmişin üstünü örtmek arzulanır bir ortak bileşke olarak ortaya çıkar.

Güven eksikliği

Burada eklenmesi gereken son nokta, toplumda geçmiş üzerine konuşmada güven eksikliği sorunudur. Geçmişteki çatışmaların grift karakteri, tuhaf bir biçimde, her grubun sadece kendisinin kurban olduğu çatışmaları gündeme taşıması sonucunu doğurmuştur. Bu ise bu grupların fail veya destekçi olduğu durumlarda kurban topluluklarda ciddi bir güvensizlik duygusu doğurmuştur. En azından her grup, diğerinin haksızlıklar konusundaki konuşma tarzını samimi bulmamakta ve bu ele alış tarzına güvenmemektedir. Tüm bu faktörlerin geçmişin üstünü örtme eğilimlerini güçlendirdiğine kuşku yoktur.

Müslüman topluluklar arasında, Cumhuriyet döneminde yaşanan hak ihlallerinin bu ana karakteristiği, belki bu ihllaleri üzerinde çokça konuşulacak bir konu yapabilecektir ama bu konuşmanın, mahkeme, cezalandırma, hakikat komisyonları vb. biçimini alma şansı çok zayıftır. Turkiye, şu haliyle, İspanya gibi, yakın geçmişi unutma konusundaki kollektif anlaşmaya dayalı bir demokrasiye geçiş türünü sergiliyor. Bu noktada Ermeni soykırımı bir istisna teşkil ediyor. Birincisi, Ermenilerin kendilerini kurban grup olarak tanımlama kolaylıklarıdır. Yani çatışmada, kurban-fail ayırım ulus-din vb. faktörler nedeniyle de çok kolay yapılabilecek durumdadır. İkincisi, söz konusu suçun boyutları, Cumhuriyet dönemi hak ihlalleri ile kıyaslanmayacak boyutlardadır Üçüncüsü konu uluslararası düzeyde Türkiyenin 85 yıllık açık inkar ve red politikaları nedeniyle özel bir önem kazanmıştır. Gerek bilim dünyasında gerek politik düzeyde, geçmişin nasıl ele alınmaması gerektiği konusunda Türkiye negatif sembol bir ülke haline gelmiştir. Bu noktada, Türkiye özel bir dış baskı çeşidiyle de karşı karşıya olduğunu görmek zorundadır.

Ermeni-Türk Barışması

Ermeni Soykırımından haberdar olan pek çok kişi, bugünkü Ermeni-Türk geriliminin Türkler ve Ermenilerin tarihsel olayları farklı biçimde yorumlamalarından kaynaklandığını düşünüyor. Bu sınırlı bir ölçüde doğrudur. Ben, Türkler ve Ermeniler arasındaki bugünkü ilişkilerin, tarafların birbirlerini bugünkü algılayış tarzlarının, geçmişte yaşanmışlar kadar ve hatta ondan daha da önemli olduğunu düşünenlerdenim. Büyük ölçüde Türkiyenin tarihine yüz çevirmesi ve inkar politikalarıyla da beslenerek ve belki de ona tepki olarak gerek Ermeniler gerekse Türkler farklı bir tarih anlatımı geliştirdiler. Tarafların bugün oluşturdukları geçmiş üzerine konuşma tarzı esas olarak birbirini tümüyle dıştalayan bir karakterdedir. Egemen konumdaki tarih anlatımlarında taraflar birbirlerini sürekli olumsuz terimlerle tanımlarlar. Ötekinin son derece negatif bir aktör olarak yer aldığı bu tarih anlatıları, tarafların kollektif grup kimliklerinin en önemli parçasıdır ve mevcut ulusal stereotiplemeleri güçlendirmek için kullanılmaktadır. Bu anlamda, tarafların şu anda kendilerini ve öteki tarafı algılayış tarzları, tarihte neler olduğu tartışmasının tamamiyle dışında ve hatta tarih üzerine konuşmanın da önünde engel durumundadır. Iddia edebilirim ki, tarafların birbirlerin bugünkü algılayış tarzları tarafların birbirlerini anlamalarının ve konuşmalarının önündeki en büyük engelldir.

Uzlaşmayı ve barışmayı zorlaştıran bir diğer faktör ise, her iki toplumun yaşadığı travmanın derinliğidir. Gerçi bu travmalar tümüyle farklı karakterdedirler ancak her iki travmanın sonuçlarından biri de geçmiş, bugün ve geleceğin tek bir parça gibi algılanması olmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, her iki toplum da bugünkü ilişkilerini geçmişin paradigmaları içinde yaşamaktadır.

Bu çatışma dışarıdan nasıl görünüyor?

Olaylara kuşbakışı bakan biri için, sanki bu çatışmada iki temel fraksiyon varmış gibi görünüyor: Bir tarafta Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında yaşanan bütün olayları, özellikle de Ermeni Soykırımını gözardı eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, diğer tarafta da Ermeni Cumhuriyeti Devleti ve Ermeni diasporası. Bu iki taraf, soykırımı ispatlamaya ya da inkar etmeye dayalı politik ve psikolojik bir savaşa adanmış gibi görünüyorlar. Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti, Türkiyenin Soykırımı tanıması için baskı yapmak için Batılı güçleri ve Batı kamuoyunun hassasiyetlerini kullanmaya çalışırken, Türk tarafı politik ve askeri gücünü Ermeni soykırımının tanınmaması için seferber ediyor. Uluslar arası kamu oyu, parlamentolar ve diğer kurumlar giderek Türkiye ile Ermeniler arasındaki çatışmanın savaş alanı haline dönmeye başladılar. Durum öyle bir hal aldı ki taraflar birbiri üzerinde üstünlük sağlamanın tek yolu olarak üçüncü tarafların ikna edilmesine bel bağlar hale geldiler. Burada sorulması gereken soru şu olmalıdır: Türkler ve Ermeniler arasındaki sorun üçüncü tarafların kazanılmasıyla çözümlenebilir mi? Böyle bir strateji bu problemi çözer mi yoksa daha da içinden çıkılmaz bir hale mi dönüştürür?

Üçüncü tarafı kazanma stratejisinin bazı avantaj ve dezavantajları vardır. Ermeniler için, iki açık avantaj sözkonusu: Birincisi soykırımın başka ulusal parlamentolar tarafından tanınmasının bir anlamda Türkiyenin soykırımı inkar etmesini giderici, telafi edici bir işleve sahip. Ayrıca Türkiyede kimsenin pek görmek istemediği bir başka gerçek daha vardır. Parlamentolarda kararların alındığı ülkelerde Ermeniler vatandaştırlar ve kendi devletlerinden tarihte kendilerine karşı yapılmış bir haksızlığın tanınması gibi son derece doğal ve demokratik bir talep ileri sürmektedirler. Bu ülkelerde, tarihteki çeşitli sorunlara ilişkin benzer kararlar alma geleneğinin olduğunu da burada eklemek gerekmektedir. Tartışmanın üçüncü partiler nezdinde yürütülmesinin bir diğer nedeni ise, Ermenilerin konuyu ancak bu şekilde gündemde tutabildikleri gerçeğidir. İddialı gibi görünse bile söylemeliyiz ki, eğer bu teşebbüsler olmasaydı, konu çoktan unutmanın dipsiz kuyusunda yok olup gidebilirdi.

Üçüncü tarafların konuya dahil olmasının sakıncalarına ilişkin bir çok gerekçe bulsak da, Türkiyede de tartışma ancak bu yolla canlı tutulabiliyor gibidir. Konu Türkiyede ancak ve ancak bu tür kararlar vb. nedeniyle gündeme gelmektedir çünkü konunun özgürce ve tüm açıklığıyla tartışılması için gerekli ortam ve koşullar ne yazık ki henüz yoktur. Mevcut koşullar altında, çeşitli ülkelerin parlamentolarında alınan kararları protesto etmenin ya da üçüncü tarafların müdahalelerine karşı çıkmanın yeterli olmayacağı görülmek zorundadır. Yapılabilecek yegane şey, Türkiyenin sorunun çözümü için yeni yollar, yeni platformlar yaratabilmesidir. Eğer konunun tartışılacağı yeni platformlar yaratılabilirse, üçüncü ülkelerin parlamentoları anlam ve önemlerini yitireceklerdir.

Üçüncü tarafları konuya dahil etmenin her iki taraf açısında da temel bir dezavantajı vardır. Tarafların çaresizliğinin ve sorun çözme yeteneksizliğinin farkında olan üçüncü taraflar genellikle tarafların bu durumunu kendi lehlerine kullanmak isterler. Bu tür müdahaleler ise çatışmayı uzatır ve de başka yeni problemler doğurur. Çatışmayı üçüncü taraf üzerinden yürütmenin bir diğer dezavantaj ise soykırımı tanıma-tanımama çatışması sırasında tarafların söylemlerini giderek keskinleştirmeleri ve karşı tarafı düşman gibi tanımlayan stereotiplemeler geliştirmeleridir.

Bütün bunlara rağmen üçüncü tarafı konuya dahil etmenin belli avantajları da vardır. Eğer iki taraf sorunu kendi aralarında çözemezlerse, üçüncü tarafın müdahalesi bazen gerekli ve yararlı olabilir. Buradaki esas soru şudur: Üçüncü tarafın müdahalesi nasıl yapılmalıdır, hangi yollar kullanılmalıdır ve nereye kadar gidilmelidir? Burada genel bir kural tekrar edilebilir: üçüncü taraf müdahalesi ancak ve ancak birbirine düşman iki tarafın sorunu doğrudan çözemedikleri noktada ve iki tarafın da bu aracı müdaheleye gerek duyması ve onay vermesi halinde faydalı olabilir. Yine genel kural olarak üçüncü taraf müdahelesi, parlamentoların yüzeysel ve kuru deklarasyonlarından farklı olmak ve onarıcı, yapıcı bir içeriğe sahip olmak zorundadır. Ancak böyle olursa, birbiriyle uzlaşmakta güçlük çeken taraflar birbirini anlamaya ve sorunla yapıcı biçimde ilgilenmeye başlayabilirler. Türk-Ermeni meselesinde bu rolü Avrupa Birliğinin oynaması mümkündür.





VII. GÜN

Barış
ma sürecinin yol haritası

er bir sorunu çözmek istiyorsanız, herşeyden önce, kamuoyunun sorunu algılayış tarzını değiştirmeniz gerekir. Egemen bilgilenme ve konuşma tarzının değiştirilerek kamuoyunun bilgilendirilmesi ve kamuoyu bilincinin uyarılması her sorun çözme stratejisinin merkezinde durur.

Uluslar arası düzeyde, benzeri sorunların çözümünde sıkça tekrar edilen genel bir kural vardır: sorun çözümü ancak iki tarafın birbirleriyle doğrudan ilişki kurmasıyla mümkündür. Doğrudan ilişki ile, taraflar birbiri hakkında oluşturdukları ön yargı ve hurafeleri değiştirebilir ve birbirleri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olabilirler. Sorunu tartışırken biz ve onlar veya kurbanlar ve suçlular söylemlerden uzaklaşmak, ortak ahlaki değerler üzerinde yükselen fakat aynı zamanda farklılıkları da vurgulayan hayatta kalanlar ve insan söylemine geçmek bu yolda atılması gereken ilk adımdır. Türkiyede, tarihi üzerine tartışmak istemeyen ve sorumluluktan kaçan çevrelerin, suçlama ile sorumluluk arasındaki sınırı yok eden dili bir bahane olarak kullandıkları bilinmektedir. Dolayısıyla, bugünkü Türkiye insanını suçlayan bir dilin değiştirilmesi bu tür bahanelerin de kolayca ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır.

Şüphesiz sorunu çözecek adımların başında Türkiyenin konuyu tartışmayı suç haline getiren tüm yasakları bir an önce ortadan kaldırmasıdır. Kamuoyunun herhangi bir baskı ya da cezalandırma korkusu yaşamadan özgürce tartışmaya başlaması gerekir. Taraflar, ancak geçmişle yüzleşmek suretiyle yaşadıkları travmayı aşabilir; ve geçmiş, bugün ve gelecek arasında ayrım yapmayı öğrenebilirler. Hikayelerin bütün çıplaklığı ile anlatılıp, tarihin açık konuşulur olmasıyla travma artık geçmişe ait bir husus haline gelecektir. Geçmiş için yas tutmaya olanak sağlayan böylesi bir süreç, tarafların birbiri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olmalarına ve iki komşu ülke olarak geleceği birlikte inşa etmelerine yardımcı olacaktır.

Hakikate ulaşmak için

Geçmişle uğraşmanın temel amacı elbette hakikati açığa çıkarmak olmalıdır. Burada hakikat kavramını çok geniş bir anlamda ve resmi çevrelerin artık ortadan kaldırılması gereken açık yalanlarına karşı kullanıyorum. Tarihte tek bir hakikat yoktur ve tarihçilik geçmiş üzerine farklı konuşma tarzları demektir. Ama geçmiş üzerine farklı konuşabilmek için, açık yalanların ortadan kaldırılabilmesi gerekiyor. Geçmişle ilgili hakikati açığa çıkarmanın iki temel hedefi vardır: 1) Kurbanlar için adalet arama ve onların ayaklar altına alınan haysiyetlerini onarma, 2) ileride olması muhtemel hak ihlallerini önleme ve toplumlar arasındaki uzlaşma ve barışı kolaylaştırmak.

Kamuoyunun olaylar hakkında bilgilendirilmesi gerçeğin basın-yayın yoluyla yayılması gereklidir ancak asla yeterli değildir. Asıl önemli olan gerçeğin resmi düzeyde kabul görmesi, resmi makamlarca tüm yönleriyle komuoyuna maledilmesi ve gerçeğin ulusun tarih kayıtlarına resmen düşülmesidir. 1915in Türkiye tarih yazımının bir köşe taşı, Türkiyenin kendini tanımlamasının bir mihenk noktası haline gelebilmelidir.

Avrupa Birliği önderliğinde oluşturulabilecek hakikat komisyonu ya da tarihçiler komisyonu böylesi bu işlevi üstlenebilir. Ama bu tür komisyonların faaliyetlerinin tüm aşamalarının son derece şeffaf olması; sonuçların toplumun ahlaki eğitiminin bir parçası olarak herkese açık olması gerekir. Demokratik bir kültürün oluşturulması ile kamuoyunun gerçeğe vakıf olması arasında güçlü bir ilişki vardır.

Tarihe ilişkin benzeri haksızlıklarla uğraşan komisyonların uğraştığı merkezi soru, kurbanların yaralarının nasıl sarılacağıdır. Bu bağlamda Ermenilerin uğradığı zararların nasıl telafi edileceği, en azından ahlaki bir sorun olarak Türkiyenin önünde durmaktadır. Sorun, hukuki olmanın ötesinde öncelikle ahlakidir. Fakat, Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı İmparatorluğunun devamı olarak kabul edilip edilmeyeceği sorusu başta olmak üzere cevap verilmesi gereken onlarca hukuki sorun vardır.

Elbette bu süreçte, Ermeni soykırımında ortaya çıkan zararların tazmin edilmesi isteğinin karşısına, aynı büyüklükte olmasa bile Müslüman kayıpları ve bunların zararlarının tazmin edilmesi isteğini çıkartılabilir. Bunlar kadar önemli olan bir nokta ise, bu tür bir tartışmanın acıları ve kayıpları pazarlık masasına koymak anlamına geldiğidir. Özellikle kurbanlar veya onların hayatta kalan akrabaları açısından bu kabul edilemez bir ahlakı açmazdır. Benzer bir sıkıntı da Türkiyenin geçmişte yaşanan olayların adını koymaksızın ve belki de özür bile dilemeksizin tazminat verip olaydan sıyrılmaya kalkışmasıyla ya da, Japonyanın geçen yıllarda yaptığı, hiçbir toplumsal sonucu olmayan yarım ağız bir özür dileme ile de geçiştirmesiyle yaşanabilir. Bunlar taraflar arası görüşme ve konuşmalar başlamadan önce dikkate alınması gereken ciddi sorunlardır. Ancak bu sorunlarla karşılaşmayı göze almadan tarafların sorunun çözümü konusunda bir anlaşmaya varmaları da mümkün değildir.

Tazminat ve hasar giderme taleplerinin hukuki açıdan can sıkıcı yanları olmasına rağmen, tazminatın aslında sembolik bir adım, sadece ahlaki bir jest olduğunun unutulmaması gerekir. Can ve mal kayıplarının tam anlamıyla karşılanmasını sağlayacak bir tazminat mekanizması ne yazık ki henüz icad edilmedi. Sorunun çözümü bu kayıpların neler olduğundan kamuoyunun haberdar olmasına bağlıdır. Her iki tarafın vicdanında, geçmişteki adaletsizliğin kısmen de olsa giderildiğine dair güçlü bir manevi duygunun yaratılması esastır. Bütün bunlardan sonra Türk-Ermeni çatışmasına ilişkin şöyle bir yol haritası önermek mümkündür:

a) İlk adım güncel meselelerle tarihsel olanların ayrılması olmalıdır. Türkiye diplomatik ilişkiler için Ermenilerin uluslar arası platformlarda Soykırımın tanınması girişimlerinden vazgeçmesini ön şart olarak koymaktan vaz geçmelidir.

cool.gif İkinci adım her iki devletin karşılıklı güveni arttırıcı pratik adımlar atmasıdır. Sınırın ön koşulsuz açılması, diplomatik ilişkilere ek olarak örneğin Türkiyedeki bakanlıkların web sitelerinde olduğu gibi, resmi kurumların ortalığı kızıştırıcı politikalardan vazgeçmesi gerekir. Zaten bu web sitelerinin varlığı bile Türkiyenin devlet politikasıyla çelişmektedir. Bilindiği gibi Türkiye, devletlerin işe karışmaması ve konunun tarihçilere bırakılmasını istemektedir. Oysa konuya bulaşmamış Türk devlet kurumu yok gibidir.

c) Anadoludaki Ermeni kültürel varlıklarının korunmaya alınması ve restore edilmesi barışma yolunda önemli bir adım olabilir. Eski Ermeni şehirlerini ve tarihi eserleri onarmak, bunların Ermenice orijinal isimlerini kullanmak, Ermenilerin Anadolu kültürüne yaptıkları katkıları bilinir hale sokmak ilişkilerin inşaası için güzel jestler olacağı gibi, en önemli ürünlerini Anadolu topraklarında veren Ermeni kültürüne ve yaşamına ilişkin izlerin yeryüzünden silinmesinin de önüne geçecektir.

d) Tehcir sırasında ülkeden ayrılmak zorunda kalmış Ermenilerin eski şehirlerinin fahri vatandaşı yapılması ya da özel bir statü ile Türkiyede ikametine izin verilmesi gibi sembolik adımlar da çok faydalı olur.

e) Tarafların diğerine ne yapması gerektiğini hatırlatan bir dilden uzak durmaları gerekir. Karşı tarafın ne yapması gerektiğini hatırlatan bir tutum sorunu çözmez, aksine derinleştirir. Bu nedenle, soykırım kelimesini kullanmayın veya soykırımı kabul etmeden olmaz gibi karşı tarafa şart sürmeler işi ancak çözümsüzlüğe götürür. En önemli ön şart, karşı tarafı dinlemeyi başarmaktır.

f) Bugün, devlet ve milliyetçi çevrelerce pompalanan propaganda nedeniyle Türkiyede Ermenilerin katıksız bir Türk düşmanı olduğuna, tek hedeflerinin bir zamanlar atalarının yaşadığı toprakları geri almak olduğuna ve buldukları ilk fırsatta 1915de yaşadıkları olayların intikamını almak isteyeceklerine inananların sayısı gerçekten az değildir. Ermeni çevreler, yapacakları küçük jestlerle bu hurafelerin ortadan kaldırılmasına büyük katkı yapabilirler. Türkiyeden istenilenin tarihsel gerçekliğin benimsenmesi ve acılarının kabul edilmesi olduğunu, Türk kamuoyuna açık bir biçimde anlatma konusunda yapabilecekleri şeyler vardır. Ermenistan Parlamentosunun Türkiyeden herhangi bir toprak talebi olmadığını açıklaması, ASALA cinayetlerinin açık olarak kınanması gibi bazı jestler milliyetçi propagandaları boşa çıkarılabilir ve Türk kamuoyu yeniden şekillendirilebilir.

g) Tarafların birbirini tanımlarken kullandıkları dilin değişmesi gerekiyor. Her iki taraf da farkına varmalıdır ki, bu güne kadar kullanılan dil, çatışma politikasının bir ürünüdür ve bu dilin kullanılmaya devam edilmesi sorun çözmede kullanılamaz. Türk ve Ermeni kelimelerinin bugünkü kullanılış tarzı buna bir örnek olarak verilebilir. Ermeni çevrelerde yaygın olarak kullanılan soyut ve tarihsiz Türk kelimesi sorunu çözmeye değil, karmaşıklaştırmaya yarıyor. Bu kavram, aralarında pek çok farklılık bulunan Türk devleti ile Türk halkını aynı kefeye koymakla kalmıyor, aynı zamanda toplumun değişik kesimlerini de tek bir bütünmüş gibi sunuyor. Halbuki ortada tek bir Türk yerine, Kürtler, Türkler, Aleviler, Müslümanlar, Çerkesler, kısacası çeşitli kesimler var. Devletle toplum ve toplumun değişik kesimleri arasındaki farklılıkları ortaya koyan bir dili geliştirmek sorunun çözümünün yarısı gibidir.

Türkiyede kullanılan Ermeni kavramı da böyle. Bu kavram son derece negatif bir içerikte kullanılmanın ötesinde, Ermeni toplulukları içerisindeki farklılıkları da yok sayıyor. Salt bu kavramların daha ayrıntılı kavramlarla yer değiştirmesi durumunda bile ilk ortaya çıkacak gerçek şu olacaktır: Ortada bir tarafta Ermenilerin öbür tarafta Türklerin olduğu bir sorun yoktur. Aksine, çatışma ve sorun isteyen Ermenilerle Türklerin bir tarafı; geçmişle yüzleşerek yarını kurmak isteyen Ermeni ve Türklerin diğer tarafı oluşturduğu bir sorun söz konusudur.

h) Tarafların üzerinde konuştukları tarih malzemesinin bütünlüğünün sağlanması ve taraflar için bilinir hale sokulması gerekir. Bu adımın atılmasının önündeki ciddi engellerin başında konuya ilişkin birincil kaynakların değişik dillerde ve değişik ülke arşivlerinde bulunmasıdır. Bu yüzden konu, hala dil bilen ve maddi olanaklara sahip birkaç uzmanın tekelinde kalmış gibi görünmektedir. Örneğin Türk dokumanları Arap harfleriyle yazılmış olduğu gibi, bunlar arasından devlet tarafından seçilen az miktarda belge tercüme edilmiştir. Üstelik bu belgelerin tutulduğu arşivler aksi yönde edilen onlarca söze rağmen malesef tümüyle açık değildir. Örneğin Başbakanlık arşivinde çalışan özellikle genç Türk akademisyenlerin sorgulanması sıradan bir uygulamadır. Aynı şekilde Türkiye toplumunun büyük kesimi, Amerikan, İngiliz, Alman ve Avusturya arşivlerinden habersizdir. Bu nedenle bu belgelerin toparlanması, tercüme edilmesi ve yayınlanması çok önemli bir adım olacaktır. Tüm bu çalışmalar, Avrupa Birliği tarafından da desteklenecek, oluşturulacak ve resmi veya yarı-resmi tarihçiler komisyonu ya da gerçeği arama komisyonu çatısı altında yürütülebilir.

Sonsöz

Böyle bir komitenin esas amacı sadece 1915de gerçekten ne olduğunu tesbit etmekle sınırlı olmamalı, daha uzun vadede bu konulara dair toplumsal bir etik oluşturmaya da katkıda bulunmalıdır. Üzerinde toplumsal konsensus sağlanan böylesi bir etik sayesinde kutuplaşmaya ya da çatışmaya dayalı tarih yazımlarının önüne geçilebilir. Burada ille de her iki tarafın da yaşananlar üzerinde tam bir uzlaşmaya varmasını ya da tarihin her iki taraf için de aynı hale getirilmesini önermiyorum. Asıl üzerinde durduğum, her iki tarafında da üzerinde anlaşabileceği ve iletişim kurmasına yardımcı olacak bir genel etik zemini oluşturmaktır. Bu zemin tarih üzerine farklı konuşma tarzlarına da imkan tanır ki olması gereken de budur.

Her iki ülkenin eğitimcilerinden oluşturulacak karma komiteler sayesinde tarih, her iki tarafından kabul edebileceği bir anlatı içine sokulabilir. Tarihe ilişkin taraflarca genel kabul görmüş bir tarih anlatımının Türk ve Ermeni müfredatlarına girmesi sayesinde her iki toplum arasındaki düşmanlık duyguları ve nefretin de azalacağı görülmek durumundadır.

Özetle, sorun Türkiye ve Ermenistan arasındaki ve bölgedeki ilişkilerin düzeltilmesi ve demokratikleştirilmesinin bir parçasıdır. Ortadoğuda barışın önündeki en önemli engellerden birisi, bölge halklarının birbirleri hakkında hala üzerinde konuşulmamış tarihi deneylere dayanan yargılara sahip olmalarıdır. Tarih hala bölge barışının önünde bir engel gibidir. Bölge halkları için büyük acılar anlamına da gelen bu ortak tarih üzerine konuşulmadıkça, halklar arasındaki kuşku ve önyargılar aşılamaz. Bölgede halklar arası güvenin yaratılması ve demokratik ilişkilerin geliştirilmesi, tarih üzerine konuşma ile de doğru orantılıdır


ERMENİ SORUNU
Yukarda söylenenlerden başka, tarihle yüzleşmeyi neredeyse imkansız hale getiren ilave bir faktör daha vardır. Eğer bir toplum, bugününü borçlu olduğu kişilerin (bizim örneğimizde içlerinden bir kesimin), birer kahraman değil de, aslında kendi öz kimliğinin kültürel bileşenlerini tehdit eder türden suçlar işleyen kişiler olduğunu keşfederse bunu ne kadar kaldırabilir? Eğer varsa böyle bir gerçekliğin yaratacağı şok kabul edilmek durumundadır. Bu durum, bir toplumun, sahip olduğuna inandığı kendi kimliği ile bunun başkaları tarafından kabul edilmiş hali arasındaki büyük bir çelişkinin varlığına denk düşer. Kahraman ile katil veya hırsız sayılma arasındaki korkunç uçurumla baş etmek için kollektif şizofreniden, inkardan, o olayla ilişkisini yok saymaktan veya içine kapanmaktan başka çare yok gibi gözükür. Türkiyede konu üzerine konuşmaktan kaçılmasında böyle bir gerçekliğin ağır payı vardır.

Osmanlı İmparatorluğunun yönetici elitinin, fazla bir değişikliğe uğramadan Cumhuriyet döneminin de yönetici eliti olması, doğal olarak Ermeni soykırımı ile Cumhuriyetin kuruluşu arasında bir ilişki doğurmuştur. Bu üç yönlü bir ilişkidir. Birincisi, 1918de Birinci Dünya Savaşında yenildikten sonra Anadoluda direniş hareketini örgütleyen parti ile soykırımı uygulayan parti aynı partidir. Türk tarih yazımında İttihat e Terakki Partisinin Anadolu hareketi içindeki rolü küçümsendiği için, bu bağlantı ortalama bir kişinin kafasında kolayca kurulmaz ama Mustafa Kemal bile İttihat ve Terakki Partisi üyesidir ancak bu parti içinde sivrilmiş biri değildir. Anadoluya görevle gönderilmesinde sakınca görülmeyecek, öne çıkmamış bir politik kimliğe sahiptir. Mustafa Kemal kendisinin başlangıç yıllarında arka planda kalışını, Enver tarafından yapılan komplolar ile izah eder. Bilindiği gibi İttihat ve Terakki Fırkası, askeri bir yenilgi halinde, direnişe ne şekilde devam edileceğinin planlarını daha savaş öncesinde yapmıştı. Aslında yenilgiye rağmen Enver Paşa için savaş bitmemişti ve ikinci perdesi Kafkaslarda yeniden açılacaktı. Savaşın bitiminden önce, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Anadolunun birçok yerinde gizli depolara silahlar saklandı. Mondoros Mütarekesinden hemen sonra da, İttihat ve Terakki Fırkası, ilk savunma ve direniş örgütlerini Anadoluda kurmaya başladı. Bunlardan Karakol adıyla bilineni, doğrudan İttihat ve Terakki liderleri Enver ve Talat Paşalar tarafından kurulmuştur. Karakol örgütünün birincil görevi direnişi örgütlemek olduğu kadar, Ermenilere karşı işlenmiş suçlardan dolayı aranan İttihat ve Terakki lider kadrosunun yurtdışına gizlice kaçırılmasını örgütlemekti.

Cumhuriyetin kuruluşu ile soykırım arasındaki ikinci önemli bağ ise birincisinin doğal bir sonucuydu. Ulusal kurtuluş savaşını örgütleyen ve yürüten kadroların bir kısmı Soykırıma doğrudan katılmış kimselerdi. Tehcir suçlarından dolayı aranan ya da yargılanan pek çok kişi arasında, Topal Osman, Deli Halit Paşa, Yenibahçeli Şükrü, Hilmi, Nail Beyler en çok bilinen isimlerin başında gelir. Bunu gibi, Kurtuluş savaşından sonra önemli görevlere atanan kadrolar arasında da Soykırımda doğrudan görev almış olanlar vardı. Örneğin Ermeni Tehcirinin İskan-ı Aşair ve Muhacirin Umum Müdürü (Sevkiyat Reis-i Umumusi) Şükrü Kaya İç İşleri Bakanlığı ve CHPnin genel sekreterliğini yaptı. Şükrü Paşa Maltaya sürgün edilmiş ancak 6 Eylül 1921de firar etmişti. Kırım sırasında önce Bitlis daha sonra Halep valisi olan Abdülhalik Renda, Maltadan döndükten sonra önce Maliye, Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıklarında bulunmuş ardından TBMM başkanlığı yapmıştır. Soykırım yıllarında Diyarbakır milletvekili olan Arif Fevzi (Pirinççizade) bir süre Maltada gözetim altında tutulduktan sonra dönmüş, Mayıs 1922-Ekim 1923 arasında Nafıa Vekilliği yapmıştır. Yine Maltada 2805 nolu tutuklu olarak bulunan İttihat Terakkinin Antep milletvekili Ali Cenani Bey Kasım 1924-Mayıs 1926 arasında Ticaret Bakanı olurken, Ermeni ölülerinin gömülmesinden sorumlu Sağlık Genel Müfettişi olan Dr. Tevfik Rüştü Aras 1925-1938 arasında bir çok önemli görevinin yanısıra İkinci Dünya Savaşı sırasında Dışişleri Bakanlığını yürütmüştü. Şüphesiz bu liste, benzeri isimlerden sadece birkaçıdır ve onlarcasını daha eklemek mümkündür.

Soykırım zenginleri

Cumhuriyetle Ermeni Soykırımı arasındaki üçüncü bağlantı ise, Anadolunun bazı bölgelerinde (Çukurova gibi) Soykırımdan zengin olan yeni bir tabakanın oluşmuş olmasıdır. Soykırım zengini eşraf, Ermenilerin geri gelip hem intikam alacaklarından hem de mallarını geri isteyeceklerinden korkmuşlardır. Nitekim Savaş sonrasında İttifak güçlerinin bu kesimin peşine düşeceğinin anlaşılması üzerine bu yeni zenginler tabakası, ulusal direniş hareketinin destekçisi olurlar

Bütün bunları alt alta yazdığımızda, gayet açık olan şey, ulusun kollektif belleğine bir ulusu yoktan vareden adamlar olarak kazınmış bazı kişilerin birden hırsızlar ya da caniler olarak tanımlanmasının bir toplum için ne kadar yıkıcı olacağıdır. Bu nedenle Ermeni Soykırımı, hem 1923 öncesi için hem de Cumhuriyetin kurulduğu yıllar için unutulması gereken bir referans noktasıdır. Ermeni Soykırımını tümüyle inkar etmek, bu sorunlarla yüzleşmek için insiyatif almaktan elbette çok kolay bir yoldur. Fakat eklemek gerekir ki, Türkler, Cumhuriyetlerinin kurucusu olan Mustafa Kemalin kişiliğinde, konunun üzerine gitmek için son derece önemli bir desteğe sahiptirler. Mustafa Kemalin, o son derece zor günlerde bile göstermekten çekinmediği cinayetleri lanetleyen ahlaki tavır alışı, bugünkü kuşaklara, konuya yaklaşmada işe nereden başlanacağının ışığını tutar gibidir. Daha sonraki kuşaklar, neredeyse tapınmak derecesinde saygı gösterdikleri liderlerinin Ermeni soykırımı konusundaki dürüst tutumunun çok ama çok gerisine düşmüş görünüyorlar.

5) Bu işin sonu nereye varacak ? korkusu

Türkiyede bir başka yaygın kanı da, bu konuyu tartışmaya başlamanın tarihsel haksızlıklar konusunda bir nevi Pandoranın Kutusunun açılması sonucu doğuracağıdır. Yani tarihle yüzleşmeye hangi tarihten itibaren başlanmalıdır ve bu nereye kadar götürülmelidir? Ve bunun arkasından ne gelecektir? Türkiyede bugün pek çok kişi, geçmişin böyle didiklenmesi zararlı sonuçlar doğurabilir, diye düşünebilmektedir. Bunun bir nedeni, acaba, tarihinde pek çok yanlış yapmış bir toplumun bu kadar çok sorunla başedemeyeceğini düşünmesi olabilir mi?. Gerçekten de Osmanlı-Türk tarihindeki kitlesel şiddetin tarihi dipsiz bir kuyuya benzer.

er tarihi tartışmaya, 19.yyın sonları ile 20.yyın başlarından itibaren başlarsak, tarihsel haksızlıkları iki kategoride toplayabiliriz. Bu kategorilerden ilki 1923 öncesinde esas olarak Müslümanlar ile gayri müslimler arasında yaşanan çatışmaların ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu çatışmalar Cumhuriyet dönemi boyunca da gayri-müslimlere düşmanlık duyulması ve onlara karşı çeşitli haksız uygulamaların gündeme getirilmesi biçiminde devam etmiştir. Bu düşmanlığın en meşhur örnekleri arasında 1934de Trakyada yaşayan Yahudilere karşı yürütülen saldırılar ve 15 bine yakın Yahudinin yerlerinden edilmesi, dahası ülkeden göç etmek zorunda bıkarılması, 1942de esas olarak gayri-müslimlere uygulanan Varlık Vergisi, 1955de İstanbulda yaşanan ve 6-7 Eylül olayları diye bilinen, başta Rumlar olmak üzere tüm gayri-müslimlere karşı kitlesel saldırı hareketleri, 1963de Rumların İstanbuldan kaçırtılması, Süryanilerin Avrupaya ve ABDye göçetmesi sayılabilir.

Kürt Ayaklanmaları

İkinci kategori ise Cumhuriyet Döneminde ortaya çıkan yeni çatışmalarda yaşanan haksızlıklardır. Bu çatışmalar esas olarak Müslümanlar ile Müslümanlar arasındadır. Örneğin 1920 ile 1938 arasında, yüzlerce ölüyle sonuçlanan 20den fazla Kürt ayaklanması yaşanmıştır. Bu daha çok geleneksel sayılabilecek çatışma ve haksızlıklara bir de 20.yyın sonlarına doğru yaşanan askeri darbeleri eklemek gerekir. Türkiye toplumunun neredeyse her kesimi, son kırk yılında, askeri darbeler, işkenceler, iz bırakmadan kaybolmalar, ölüm mangaları, Kürtlere ve Alevilere yönelik baskı ve saldırılar, faşist gruplarla sol gruplar arasındaki silahlı çatışmalarla biçiminde birçok olayla sarsılmıştır. Yakın tarihinde bunca yıkıcı olay yaşayan hangi toplum hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edebilir? Şu andaki Başbakanı bile kısa bir süre önce hapisten çıkmış bir hükümlü olan bir toplumdur Türkiye. Böylesi bir tarihe sahip olan ve geçmişle yüzleşmeye cesareti olmayan her toplumun yapacağı gibi Türkler de unutmayı tercih ediyorlar ve asıl sorun bu unutmanın mümkün olmadığının kavranılamamasından kaynaklanıyor. Türkiyenin ögrenmesi gereken, unutmanın en iyi yolunun üstüne örtü etmek değil, konuşmak olduğunu kavramasıdır.

Fakat Cumhuriyet dönemindeki çatışmaların bir önemli özelliği, Türkiyede konuşmayı zorlaştıran bir faktör olmaktadır. Bilindiği gibi, toplumun değişik katmanları (Kürtler, Aleviler, Laikler vb.) çatışmalar boyunca birbirleriyle sürekli yer değiştiren ittifaklara girmişlerdir. Tarihi boyunca yaşanmış her çatışmanın kurbanı, faili, sempatizanı ya da destekçisi rolleri, çatışmanın karakterine bağlı olarak değişmiştir. Belli bir çatışmada Kurban durumunda olabilen bir grup (örneğin Aleviler) bir başka çatışmada fail veya faillerin destekçisi (İslamla çatışma ya da Kürt sorunu) olabilmektir. Toplumsal gruplar genel kural olarak çatışmalar içindeki kendi rollerini ya kurban ya da son derece haklı olmak temelinde kurgulama eğilimindedirler. Türkiye tarihi ise bu konuda hiçbir gruba temiz bir sayfa sunmaz. Bu girift tarih, geçmişle yüzleşmek konusunda egemen olan kültürel gönülsüzlükle de birleşince Türkiyede tarihsel haksızlıklarla yüzleşmek hiç arzu edilmez bir iş haline gelmiştir.

Kollektif amnesiaya devam

Bu durumu açıklamak için ikisi de aynı gün yaşanan bir örnek vermek istiyorum. Geçtiğimiz aylarda Diyarbakırda, insan hakları örgütünün büyük çabasıyla 10 Kürt köylüsünün ceseninin gömülü olduğu bir toplu mezar bulundu. Bu kayıp kişilerin daha önce devlet güçleri tarafından tutuklandıkları ama gözaltında iken vuruldukları ve gömüldükleri anlaşıldı. Aynı gün gazetelerde 10 yıllık bir hapislik hayatından sonra serbest kalan önemli Kürt önderlerinden Leyla Zananın DYP lideri Mehmet Ağar ile görüşme talebinde bulunduğu yazıldı. Mehmet Ağar, toplu mezardan çıkarılan Kürt köylülerinin kaybolduğu dönemde İçişleri Bakanıydı. Leyla Zana ve Mehmet Ağarın, buluşma öncesi ve sonrasındaki tutumları, o kötü olaylarla yüzleşmekten ve üzerinde konuşmaktansa o olayları tarihe gömmenin daha doğru olacağını öne çıkaran bir kültürel duruşa denk düşüyordu. Kollektif amnesiayı devam ettirmek her ikisi için de çok sorunsuz bir tutum olarak gözükmektedir. Gazeteciler ise (örneğin Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesindeki 10 Kasım 2004 tarihli yazısında) bu buluşmayı geçmişin yaralarını onarma yolunda dostça ve cesur bir adım olarak alkışlamışlardır. Bu amnesianın devam ettirilmesine iyi bir örnek teşkil eder ve malesef Türkiyedeki sorunun nerede yattığına işaret eder. Amnesianın tek alternatifini kavga etmek veya döğüşmek olarak kuran bir kültürel çatının çok sağlıklı olmayacağı kabul edilmek durumundadır. Boşluksuz 9700



V. GÜN

Sorunu Çözme İ
çin Türkiye hangi adımları atabilir?

Burada sadece Türkiyenin atmasının doğru olduğunu düşündüğüm adımlar sorusuyla uğraştımın altını çizmek isterim. Genel soru şudur: Geçmişte gündeme gelmiş tarihsel haksızlıkların zararlarını giderme konusunda neler yapılabilir? Çatışmaların değişik toplum ve gruplarda açtığı yaralar nasıl tedavi edilir? Bir insan (bir toplum) kollektif travmayı nasıl atlatabilir? Bu sorulara hangi yanıtları vereceğimiz, katıksız adalet ile ne pahasına olursa olsun bir barış sağlama arasında yapacağımız kesin ve açık tercihe bağlı olarak değişir. En uç alternatifleri kurbanın intikam ateşi ile yanıp tutuşması ile failin suçunu örtbas etmeye çalışması arasında, ya da bir başka deyişle suçlulara yönelik sürek avı ile ellerimizi yıkayıp olaydan sıyrılmak arasında yapılacak seçim,olarak formüle edebiliriz.

Max Weber bu iki uç noktayı, politik tavır alışlarımızı da sıkça başvurduğumuz, iki ayrı ahlaki sistemin varlığı olarak teorileştirir. Webere göre, birincisi nihai inanç ahlakıdır. Bu ahlak, bir değerler ve idealler dizgesine yılmaz biçimde bağlanma ile karakterize olur. Diğeri ise sorumluluk etiğidir ve mevcut dünya içinde pratik olarak yerine getirilmesi mümkün olan koşullar tarafından belirlenir. Bu ahlaka göre, yapılacak olan ehven-i şer (kötünün iyisi) olana ulaşmaktır.

Bu iki uç arasında nerede durmalıyız ki, geçmişe, geleceğe yönelik yapıcı biçimde yaklaşabilelim? Bu konuda, Batı düşünce sisteminde egemen olan bir anlayış vardır. Bu anlayış, bireysel psikolojiyi anlamak konusunda kullanılan çözümleme metodlarına dayanarak, geçmiş travmalarla başetmenin en iyi yolunun acıyı seslendirmek ve bu acıyla birlikte yaşamayı öğrenmek olduğunu söyler. Bu metodun başarısı, söz konusu bireyin hikayesini anlatabileceği güvenli bir ortamın sağlanmasına bağlıdır. Bireysel psikoloji için önerilen bu metodu ulusal düzeye uyarlarsak, bu model, ulusun kendi tarihindeki travma veya tarihi haksızlıkların üstündeki örtüyü kaldırmasının, bunlarla yüzleşme arzusunun gelecek kuşakların rahat etmesinin şartı olduğunu savunur. Bu anlayış, toplumların kendi tarihiyle yüzleşmeyi başaramadıkları durumlarda, o toplumların, kendilerini bir zamanlar yaşadıkları travmaya götüren yanlışları tekrarlama ihtimallerinin kuvvetli olduğunu savunur. Fikir kısa ve özdür: konuş, eğer konuşmazsan aynı hatayı tekrar edersin.

Fazla hatırlama ile unutma arasında

Bu yaklaşıma karşı bazı haklı itirazlar ileri sürülebilir. Denebilir ki, bazı durumlarda geçmişin yaralarını açmak fazla iyi değildir ve onlar üzerinde durmamak ve bir anlamda onlarla birlikte yaşamak daha iyi bir seçenektir. Hatta bir görüşe göre, geçmiş üzerinde fazla ısrarlı olmak bir nevi hastalıktır. Burada yine iki uç nokta arasında; fazla hatırlama ile unutma arasında gidip geliyoruz. O zaman soruyu şöyle formüle edelim: Gelecekte aynı hataları tekrarlamak riskine düşmeden geçmişin travmalarından kendimizi nasıl kurtarabiliriz? Veya bir başka deyişle, geçmişin tutsağı olmadan geçmişi canlı tutmak için ne kadar derine inmeliyiz? Bu konudaki örnekler, iki uç arasında kollektif unutma ile cezaya dayalı adalet arasında geniş bir yelpazede toplanmaktadır. Fakat genel kural olarak diyebiliriz ki, toplumların kendi geçmişlerinde yaptıkları hak ihlallerinin tam bir listelemesini yapmaları, bu toplumların zorunlu demokratik dönüşümlerini yapabilmeleri açısından önemli görünüyor. Burada, geçmişle ilgilenme tarzının üç değişik biçimi, kollektif unutma, cezai yargılamalar ve gerçeği araştırma komisyonları üzerinde durmak istiyorum.

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

1) Affet ve Unut Yöntemi:

Garip görünebilir ama, kollektif amnesia (kollektif unutma) İspanya ve Mozambikte iyi sonuçlar vermiş bir yöntemdir. İlk olarak İspanyayı ele alalım. 1975de faşist diktatörlüğün devrilmesinden sonra demokrasiye geçiş barışçıl biçimde yapılmıştı. Politik elit, Franko dönemini lekelerse, askerleri ve güvenlik güçlerini suçlarsa, bunun yeni bir darbeye çanak tutabileceği korkusu içindeydi. Fakat halkın geçmişte yaşanmışların üstünü kapatma arzusu da çok güçlü idi. Bu özellikle geçmişteki olaylara bizzat katılanlar ya da suç ortaklığı edenler açısından geçerliydi çünkü ileride, yapmadıkları şeyler de dahil olmak üzere geçmişin bütün kötülükleri onların üzerine yıkılabilirdi. Ancak parlamento 1977 yılında, diktatörlük yönetiminde görev almış herkesi kapsayan genel bir af çıkardığında kimsenin itirazı olmadı.

Önce Portekize karşı bağımsızlık savaşı veren, ardından Marksist-Leninist çizgideki Frelimo hükümeti ile komşu ülkeler Güney Afrika Cumhuriyeti ile savaşan iç savaş ile Mozambikte, konu üzerine çalışan Priscilla B. Haynerın anlattığına göre taraflar hayır, tekrar çatışma, nefret ve acı bataklığına gömülmek istemiyoruz. Artık geleceğe odaklanmak istiyoruz. Şu anda geçmiş şu anda halen bugünün yaşayan bir parçası, henüz detaylı olarak irdelemek için ondan yeterince uzaklaşmadık diyerek, çatışmalar ve acılar üzerinde konuşmak yerine sessizliği seçmişlerdi.

İspanya ve Mozambik örneklerinin bize gösterdiği, kollektif amnesia metodunun şu durumlarda kullanıldığıdır : Eğer yüzleşmenin olumsuz sonuçlarından korkuluyorsa, (örneğin bu yüzleşme iç savaşın yeniden başlaması ihtimalini içeriyorsa), yüzleşmeyi göğüsleyecek bir politik irade yoksa, ya da ülke insanı hali hazırdaki yaşamını sürdürmek konusunda ciddi sorunlarla karşı karşıya ise (örneğin ülke yokolmanın eşiğindeyse); veya toplumda yüzleşmeye karşı güçlü bir kültürel tercih varsa, unutma tercih edilebilir bir alternatif olabilmektedir. Belki tüm bunlardan daha önemli sayılması gereken bir başka neden daha sayılabilir, eğer kurban ile fail aynı aileden geliyorsa geçmişle yüzleşmek imkansız gibidir, bu durumlarda, susmak ve unutmak en iyi yoldur.

Bu kısmı bir uyarı notu ile kapatabiliriz: Kollektif amnesianın bir ömrü vardır. Bir kuşak geçmişi unutmaya razıdır, ancak bu tavır sonraki kuşağı ya da kuşakları bağlamaz. Belki de tarihsel uzaklığın yarattığı rahatlık duygusu ile, yeni bir kuşak o günlerde gerçekten ne olduğu konusunda bir önceki kuşağa meydan okuyabilir. Tıpkı Kamboçyada olduğu gibi...

2) Cezaya dayalı adalet: Mahkemeler ve mahkumiyetler

Unutmanın tam karşı ucunda ise insan hakları ihlallerine teşebbüs edenlerin yargılanmasına yönelik aktif tutum yer alır. Buna en iyi örnekler İkinci Dünya Savaşından sonra Nazi savaş suçlularının Nürnbergdeki yargılanmaları, ya da 1989 sonrasında Doğu Alman Komünist Partisi yöneticilerinin yargılanmasıdır. Her iki olayda da, yeni politik kadrolar, politik ve sosyal rahatsızlıklara yol açma riski olmaksızın, hem suçluları cezalandırmak için gereken iradeye ve araçlara sahiptiler hem de bu eylemlerinin sonunda herhangi bir politik ya da sosyal rahatsızlığa neden olmayacaklarının güveni içindeydiler. Cezaya dayalı adalet modeli, sadece gerçek ya da potansiyel failleri caydırmakla kalmaz, aynı zamanda bu faillerin içinde yeşerdiği eski rejimin şiddet kullanarak iktidarı yeniden ele geçirmeye kalkışmasında da caydırıcı rol oynar.

Bu modelin, kurbanların onurunu ve yaraları sarmakta da başarılı olduğu, ve daha önemlisi aynı zamanda kişisel öç alma ihtiyaçlarını ortadan kaldırdığı da görülmüştür. Bu yöntemin bir diğer faydası da, silahlı güvenlik güçlerinin, içlerine yuvalanmış kötü unsurlardan arınmasına fırsat vermesidir. Kısacası, cezaya dayalı adalet yöntemi sadece yeni rejimin, eski rejimin çirkin meşruiyeti ile bağlarını şüphepe yer bırakmayacak biçimde koparmasını sembolize etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun yeni demokratik değerlere sıkıca bağlanmasını da garanti eder.

Genel kural olarak, bu yaklaşım ya eski yönetici elitin tümüyle alaşağı edildiği dramatik sosyal değişimlerin yaşandığı ülkelerde, ya da toplumun kurbanlar ve suçlular (failler) arasındaki ayrımı hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın yapabildiği hallerde başarılı sonuçlar vermektedir. Pekçok durumda, bu model, dönüşüm halindeki (özellikle de işgal ya da baskı altındaki) toplumların karmaşık sorunlarına çare bulamaz. Bu metodun en önemli sakıncaları ise günah keçisi yaratmak, suçlu avına çıkmaktır. Yani bu yöntem bir diğer deyişle muzaffer olanın adaletini sağlar.

3) Gerçeği Arama (Hakikat) Komisyonları (ya da Onarıcı Adalet)

Bir önceki metodun esas gayesi suçuları cezalandırmak iken, yani odak suçlular iken, gerçeği arama komisyonları esas olarak kurbanlara odaklanırlar. Burada amaç onların kimliğini tesbit etmek, başlarına gelenleri tanımlamak ve zararlarını telafi etmek için uygun yöntemleri bulmaktır. Onarıcı adalet süreci boyunca bir suçlama ve/veya yargılama süreci başlatılabilir de başlatılmayabilir de, çünkü asıl umud edilen, kurbanların ve ailelerinin bu süreç içinde kızgınlık ve acıları ile başetmeyi başarabilmeleridir.

Gerçeği Arama Komisyonları nın başarısını şu faktörler belirler:

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

1) Tarihi haksı
zlık ne kadar önce meydana geldi? (Çatışmanın tarihi eskiyse, araya giren zamanın çözümü kolaylaştırması mümkündür.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

2) Çatış
ma aynı etnik-dinsel grubun üyeleri arasında mı yaşandı yoksa değişik gruplar arasında mı? (Deneyimler göstermiştir ki, tek bir sosyal grubun içinde yaşanan çatışmaların çözülmesi veya affedilmesi daha kolaydır)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

3) Toplum, kurbanlar ile suçluları
n kimler olduğunu açıklıkla biliyor mu? (Eğer bu fark belirgin değilse, örneğin çatışma nedeniyle bir aile parçalanmış ve aile üyeleri farklı kamplarda yer almışsa, onları çatışma üzerinde konuşmaya davet etmek nasıl ailenin yaralarının daha da derinleşmesine neden olabilirse, başka durumlarda da aynı sonuç ortaya çıkabilir.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

4) Tarihi haksı
zlığa yol açanlar iktidardan nasıl uzaklaştırılmışlardır? Eski rejim üyeleri ile onların yerine göreve gelen yeni rejim üyeleri arasındaki ilişki nedir ve yetki devri nasıl olmuştur? Yeni rejime geçiş görüşmeler yoluyla, barışçıl biçimde mi yoksa birinin diğeri tarafından alaşağı edilmesi suretiyle, zora dayanarak mı olmuştur? (Eğer eski düzenin savunucularının bir bölümü gizli ya da açık biçimde hala iktidarı ve kaynakları ellerinde tutuyorlarsa, gerçeği aramak tam anlamıyla boş hayaldir.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

5) En önemlisi de, bu çalış
maların sonunda elde edilecek sonuçlar, sosyal istikrarı ve barışın artmasına hizmet edecek midir? (Eğer ortaya çıkarılan gerçek, düzeni bozacak ve barışı tehlikeye sokacaksa, bu yönteme başvurulmaması dahi ileri sürülebilir, ki eski rejim temsilcilerinin en çok başvurdukları argümanların başında bu gelir.)

Özetle, Türkiyenin tarihi ile yüzleşme sorunu ile karşı karşıya olduğu günümüzde, başta Latin Amerika ve Afrika olmak üzere, çeşitli yerlerde faaliyet göstermiş ve hala faaliyet göstermekte olan komisyon deneylerinin yakından bilinmesinde fayda vardır. Bu farklı deneylerin bilinmesindeki asıl önemli olan şey, Türkiye insanının, şu anda karşılaştığı sorunun bir tek kendisine has bir sorun olmadığının farkına varmasına sunacağı katkıda yatar. Kendi karşılaştığı sorunun, olağan veya sıradan sorunlardan birisi olduğunun bilinmesi, sorunun çözümü doğrultusunda adım atma medeni cesaretini de hızlandırabilir.



VI. GÜN

Türkiye Nerede Duruyor?

Genel ilke olarak, geçmiş bir tarihte yaşanmış insan hakları ihlalleriyle uğraşanlar iki amacı gütmelidirler: Birincis bu türden ihlallerin ve haksızlıkların yeniden olmamasını sağlamak ve ikincisi bu haksızlıkların doğurduğu zararları gidermek. Geçmişle hesaplaşmanın anlamlı olması için, özür dileme ve onarmaya ek olarak yapılabilece en etkin bir başka tedbir eğer mümkünse, örneğin halen yaşıyorlarsa, faillerin cezalandırılması konusunda güçlü ve etkili adımlar atmaktır. Cezalandırmanın faillerin dahil olduğu toplumsal kesimlerin bir daha böyle işlere tevessül etmemeleri yönünde caydırıcı bir özelliği vardır. Fakat tüm bu adımlar, eğer tüm toplumun eğitilmesini de kapsamaz ise başarılı olamayabilir.

Türkiye gerek iç dinamikleri sayesinde, gerekse Avrupa Birliğine katılma sürecinin etkileriyle, otoriter rejimden demokrasiye doğru hızla yol alan bir geçiş toplumdur. Türkiyenin demokratik bir topluma devrilme süreci, Avrupa Birliğinin üyeliği yolunda benzeri evrimleri geçiren İspanya, Portekiz ve Yunanistanın yaşadıkları ile kıyaslanabilir. Bir farkla ki,Türkiyede eski militarist-bürokratik yapı hala iktidarın önemli kilit noktalarını elinde tutmaya devam etmektedir. Hatta bu güçlerin demokrasiye geçiş sürecini etkisizleştirmek, uzatmak ve karmaşık hale getirmek konusunda oldukça başarılı oldukları dahi ileri sürülebilir. Fakat, gerek Avrupa Birliği gerekse içerden sivil toplumdan gelen baskılar bu güç odaklarını şimdilik sessiz kalmaya itmiş gözüküyor.

Tarihle yüzleşmek, bir toplumun demokratikleşme sürecinin en önemli göstergesidir. Bu süreçte, Avrupa baskısı ve sivil toplumun gelişmesi, Türkiyenin tarihsel adaletsizlikler üzerinde kendiliğinden düşünmesini etkileyen birbiriyle bağıntılı iki faktör olarak karşımıza çıkıyor. AB hem bu süreci hızlandırıcı hem de teşvik edici bir rol oynuyor. Örneğin geçmişle yüzleşmenin doğurabileceği olumsuz koşullar, AB üyeliğinin sağlayacağı sosyal ve ekonomik avantajlarla telafi edilebilecek gözüküyor. Sorunlara son derece fayda ve çıkar mantığı ile yaklaşmaya alışmış militarist-bürokratik güç odakları, eğer tarihle yüzleşmenin bazı faydalarını, ödüllerini görürse bu konuda çok fazla engel çıkarmayabilir. Bu noktada AKP iktidarının ve Türkiyede demokratik ilişkilerin gerçekten egemen olmasını isteyenlerin cevap vermesi gereken bir soru karşımıza çıkıyor. Eğer Türkiyede mevcut insan haklarını korumak ve geliştirmek istiyorsak, geçmişteki insan hakları ihlalleri ile ilgili olarak, toplum olarak hangi sorumluluklara sahibiz? Hükümet ve toplum olarak geçmiş haksızlıklar konusunda yerine getirmemiz gereken yükümlülükler nelerdir? Bu soruyu sormamın nedeni, geçmişiyle yüzleşme yeteneğine sahip olmayan bir toplumun mevcut insan haklarını koruma ve geliştirme konusunda yetersiz kalacağına ilişkin bir kabulden hareket etmemdir. Ayrıca bilinmesinde fayda vardır ki, AB de kendi geçmişi ile yüzleşemeyen, yüzleşmek istemeyen ya da yüzleşmeyi beceremeyen bir toplumu içine almaya hazır değildir. Hele bir de Türkiyeye yönelik mevcut ön yargılarla birlikte, bu noktanın, diğer ülkeler açısından teşkil ettiği önemin ötesinde bir anlam kazanacağını da görmek gerekiyor. Ben bunu ek bir sorun değil, bir avantaj olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum.

Yakın tarihi hatırlamak

Türkiyede geçmişte yaşanan ihlaller farklı tarihsel dönemlerde, farklı gruplara yönelik olarak gündeme gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında, katliamların ve şiddetin ana hedefi Hıristiyan azınlıklardı. Cumhuriyet döneminde, devlet destekli şiddet değişik Müslüman grupları ve seküler solcuları hedef aldı. Elimizdeki yazılı kanıtları ve de sözel tarihle kulaktan kulağa aktarılanları biraraya getirirsek, Cumhuriyet döneminde yaşanan şiddetin tüm boyutlarının henüz daha tam anlamıyla bir dökümünün yapılmamış olduğu görülecektir. Öte yandan, hak ihlallerinin oldukça kabarık olmasına ve de bu ihlallere muhatab olmuş grupların oldukça geniş ve yaygın niteliğine rağmen Türkiye insanı, başlarına gelen kötülükleri, mahkemeler, gerçeği arama komisyonları ya da diğer formel, kurumsal araçları kullanarak sorgulama eğilimine girmedi. Bunun nedenleri arasında sadece geçmiş karşısındaki tavır alışı belirleyen kayıtsızlık kültürünü saymak yeterli değildir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru miktarının büyüklüğü toplumda, haksızlıkların giderilmesi doğrultusundaki güçlü bir özlemin varlığına işaret eder. Geçmiş haksızlıkların ama Türkiyede fazla ele alınmıyor olmasının başında, her bir gurubun değişik çatışmalardaki rollerinin değişik olması gerçekliği yatar. Bir çatışmada kurban olanın, bir diğer çatışmada fail veya destekçi olması hak arama eğilimlerinin hızını kesen bir faktördür. Çünkü sonuçta, hiç bir grup kendisinin suçlu veya sorumlu gösterildiği bir geçmiş hesaplaşmasına sıcak bakmaz ve geçmişin üstünü örtmek arzulanır bir ortak bileşke olarak ortaya çıkar.

Güven eksikliği

Burada eklenmesi gereken son nokta, toplumda geçmiş üzerine konuşmada güven eksikliği sorunudur. Geçmişteki çatışmaların grift karakteri, tuhaf bir biçimde, her grubun sadece kendisinin kurban olduğu çatışmaları gündeme taşıması sonucunu doğurmuştur. Bu ise bu grupların fail veya destekçi olduğu durumlarda kurban topluluklarda ciddi bir güvensizlik duygusu doğurmuştur. En azından her grup, diğerinin haksızlıklar konusundaki konuşma tarzını samimi bulmamakta ve bu ele alış tarzına güvenmemektedir. Tüm bu faktörlerin geçmişin üstünü örtme eğilimlerini güçlendirdiğine kuşku yoktur.

Müslüman topluluklar arasında, Cumhuriyet döneminde yaşanan hak ihlallerinin bu ana karakteristiği, belki bu ihllaleri üzerinde çokça konuşulacak bir konu yapabilecektir ama bu konuşmanın, mahkeme, cezalandırma, hakikat komisyonları vb. biçimini alma şansı çok zayıftır. Turkiye, şu haliyle, İspanya gibi, yakın geçmişi unutma konusundaki kollektif anlaşmaya dayalı bir demokrasiye geçiş türünü sergiliyor. Bu noktada Ermeni soykırımı bir istisna teşkil ediyor. Birincisi, Ermenilerin kendilerini kurban grup olarak tanımlama kolaylıklarıdır. Yani çatışmada, kurban-fail ayırım ulus-din vb. faktörler nedeniyle de çok kolay yapılabilecek durumdadır. İkincisi, söz konusu suçun boyutları, Cumhuriyet dönemi hak ihlalleri ile kıyaslanmayacak boyutlardadır Üçüncüsü konu uluslararası düzeyde Türkiyenin 85 yıllık açık inkar ve red politikaları nedeniyle özel bir önem kazanmıştır. Gerek bilim dünyasında gerek politik düzeyde, geçmişin nasıl ele alınmaması gerektiği konusunda Türkiye negatif sembol bir ülke haline gelmiştir. Bu noktada, Türkiye özel bir dış baskı çeşidiyle de karşı karşıya olduğunu görmek zorundadır.

Ermeni-Türk Barışması

Ermeni Soykırımından haberdar olan pek çok kişi, bugünkü Ermeni-Türk geriliminin Türkler ve Ermenilerin tarihsel olayları farklı biçimde yorumlamalarından kaynaklandığını düşünüyor. Bu sınırlı bir ölçüde doğrudur. Ben, Türkler ve Ermeniler arasındaki bugünkü ilişkilerin, tarafların birbirlerini bugünkü algılayış tarzlarının, geçmişte yaşanmışlar kadar ve hatta ondan daha da önemli olduğunu düşünenlerdenim. Büyük ölçüde Türkiyenin tarihine yüz çevirmesi ve inkar politikalarıyla da beslenerek ve belki de ona tepki olarak gerek Ermeniler gerekse Türkler farklı bir tarih anlatımı geliştirdiler. Tarafların bugün oluşturdukları geçmiş üzerine konuşma tarzı esas olarak birbirini tümüyle dıştalayan bir karakterdedir. Egemen konumdaki tarih anlatımlarında taraflar birbirlerini sürekli olumsuz terimlerle tanımlarlar. Ötekinin son derece negatif bir aktör olarak yer aldığı bu tarih anlatıları, tarafların kollektif grup kimliklerinin en önemli parçasıdır ve mevcut ulusal stereotiplemeleri güçlendirmek için kullanılmaktadır. Bu anlamda, tarafların şu anda kendilerini ve öteki tarafı algılayış tarzları, tarihte neler olduğu tartışmasının tamamiyle dışında ve hatta tarih üzerine konuşmanın da önünde engel durumundadır. Iddia edebilirim ki, tarafların birbirlerin bugünkü algılayış tarzları tarafların birbirlerini anlamalarının ve konuşmalarının önündeki en büyük engelldir.

Uzlaşmayı ve barışmayı zorlaştıran bir diğer faktör ise, her iki toplumun yaşadığı travmanın derinliğidir. Gerçi bu travmalar tümüyle farklı karakterdedirler ancak her iki travmanın sonuçlarından biri de geçmiş, bugün ve geleceğin tek bir parça gibi algılanması olmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, her iki toplum da bugünkü ilişkilerini geçmişin paradigmaları içinde yaşamaktadır.

Bu çatışma dışarıdan nasıl görünüyor?

Olaylara kuşbakışı bakan biri için, sanki bu çatışmada iki temel fraksiyon varmış gibi görünüyor: Bir tarafta Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında yaşanan bütün olayları, özellikle de Ermeni Soykırımını gözardı eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, diğer tarafta da Ermeni Cumhuriyeti Devleti ve Ermeni diasporası. Bu iki taraf, soykırımı ispatlamaya ya da inkar etmeye dayalı politik ve psikolojik bir savaşa adanmış gibi görünüyorlar. Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti, Türkiyenin Soykırımı tanıması için baskı yapmak için Batılı güçleri ve Batı kamuoyunun hassasiyetlerini kullanmaya çalışırken, Türk tarafı politik ve askeri gücünü Ermeni soykırımının tanınmaması için seferber ediyor. Uluslar arası kamu oyu, parlamentolar ve diğer kurumlar giderek Türkiye ile Ermeniler arasındaki çatışmanın savaş alanı haline dönmeye başladılar. Durum öyle bir hal aldı ki taraflar birbiri üzerinde üstünlük sağlamanın tek yolu olarak üçüncü tarafların ikna edilmesine bel bağlar hale geldiler. Burada sorulması gereken soru şu olmalıdır: Türkler ve Ermeniler arasındaki sorun üçüncü tarafların kazanılmasıyla çözümlenebilir mi? Böyle bir strateji bu problemi çözer mi yoksa daha da içinden çıkılmaz bir hale mi dönüştürür?

Üçüncü tarafı kazanma stratejisinin bazı avantaj ve dezavantajları vardır. Ermeniler için, iki açık avantaj sözkonusu: Birincisi soykırımın başka ulusal parlamentolar tarafından tanınmasının bir anlamda Türkiyenin soykırımı inkar etmesini giderici, telafi edici bir işleve sahip. Ayrıca Türkiyede kimsenin pek görmek istemediği bir başka gerçek daha vardır. Parlamentolarda kararların alındığı ülkelerde Ermeniler vatandaştırlar ve kendi devletlerinden tarihte kendilerine karşı yapılmış bir haksızlığın tanınması gibi son derece doğal ve demokratik bir talep ileri sürmektedirler. Bu ülkelerde, tarihteki çeşitli sorunlara ilişkin benzer kararlar alma geleneğinin olduğunu da burada eklemek gerekmektedir. Tartışmanın üçüncü partiler nezdinde yürütülmesinin bir diğer nedeni ise, Ermenilerin konuyu ancak bu şekilde gündemde tutabildikleri gerçeğidir. İddialı gibi görünse bile söylemeliyiz ki, eğer bu teşebbüsler olmasaydı, konu çoktan unutmanın dipsiz kuyusunda yok olup gidebilirdi.

Üçüncü tarafların konuya dahil olmasının sakıncalarına ilişkin bir çok gerekçe bulsak da, Türkiyede de tartışma ancak bu yolla canlı tutulabiliyor gibidir. Konu Türkiyede ancak ve ancak bu tür kararlar vb. nedeniyle gündeme gelmektedir çünkü konunun özgürce ve tüm açıklığıyla tartışılması için gerekli ortam ve koşullar ne yazık ki henüz yoktur. Mevcut koşullar altında, çeşitli ülkelerin parlamentolarında alınan kararları protesto etmenin ya da üçüncü tarafların müdahalelerine karşı çıkmanın yeterli olmayacağı görülmek zorundadır. Yapılabilecek yegane şey, Türkiyenin sorunun çözümü için yeni yollar, yeni platformlar yaratabilmesidir. Eğer konunun tartışılacağı yeni platformlar yaratılabilirse, üçüncü ülkelerin parlamentoları anlam ve önemlerini yitireceklerdir.

Üçüncü tarafları konuya dahil etmenin her iki taraf açısında da temel bir dezavantajı vardır. Tarafların çaresizliğinin ve sorun çözme yeteneksizliğinin farkında olan üçüncü taraflar genellikle tarafların bu durumunu kendi lehlerine kullanmak isterler. Bu tür müdahaleler ise çatışmayı uzatır ve de başka yeni problemler doğurur. Çatışmayı üçüncü taraf üzerinden yürütmenin bir diğer dezavantaj ise soykırımı tanıma-tanımama çatışması sırasında tarafların söylemlerini giderek keskinleştirmeleri ve karşı tarafı düşman gibi tanımlayan stereotiplemeler geliştirmeleridir.

Bütün bunlara rağmen üçüncü tarafı konuya dahil etmenin belli avantajları da vardır. Eğer iki taraf sorunu kendi aralarında çözemezlerse, üçüncü tarafın müdahalesi bazen gerekli ve yararlı olabilir. Buradaki esas soru şudur: Üçüncü tarafın müdahalesi nasıl yapılmalıdır, hangi yollar kullanılmalıdır ve nereye kadar gidilmelidir? Burada genel bir kural tekrar edilebilir: üçüncü taraf müdahalesi ancak ve ancak birbirine düşman iki tarafın sorunu doğrudan çözemedikleri noktada ve iki tarafın da bu aracı müdaheleye gerek duyması ve onay vermesi halinde faydalı olabilir. Yine genel kural olarak üçüncü taraf müdahelesi, parlamentoların yüzeysel ve kuru deklarasyonlarından farklı olmak ve onarıcı, yapıcı bir içeriğe sahip olmak zorundadır. Ancak böyle olursa, birbiriyle uzlaşmakta güçlük çeken taraflar birbirini anlamaya ve sorunla yapıcı biçimde ilgilenmeye başlayabilirler. Türk-Ermeni meselesinde bu rolü Avrupa Birliğinin oynaması mümkündür.





VII. GÜN

Barış
ma sürecinin yol haritası

er bir sorunu çözmek istiyorsanız, herşeyden önce, kamuoyunun sorunu algılayış tarzını değiştirmeniz gerekir. Egemen bilgilenme ve konuşma tarzının değiştirilerek kamuoyunun bilgilendirilmesi ve kamuoyu bilincinin uyarılması her sorun çözme stratejisinin merkezinde durur.

Uluslar arası düzeyde, benzeri sorunların çözümünde sıkça tekrar edilen genel bir kural vardır: sorun çözümü ancak iki tarafın birbirleriyle doğrudan ilişki kurmasıyla mümkündür. Doğrudan ilişki ile, taraflar birbiri hakkında oluşturdukları ön yargı ve hurafeleri değiştirebilir ve birbirleri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olabilirler. Sorunu tartışırken biz ve onlar veya kurbanlar ve suçlular söylemlerden uzaklaşmak, ortak ahlaki değerler üzerinde yükselen fakat aynı zamanda farklılıkları da vurgulayan hayatta kalanlar ve insan söylemine geçmek bu yolda atılması gereken ilk adımdır. Türkiyede, tarihi üzerine tartışmak istemeyen ve sorumluluktan kaçan çevrelerin, suçlama ile sorumluluk arasındaki sınırı yok eden dili bir bahane olarak kullandıkları bilinmektedir. Dolayısıyla, bugünkü Türkiye insanını suçlayan bir dilin değiştirilmesi bu tür bahanelerin de kolayca ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır.

Şüphesiz sorunu çözecek adımların başında Türkiyenin konuyu tartışmayı suç haline getiren tüm yasakları bir an önce ortadan kaldırmasıdır. Kamuoyunun herhangi bir baskı ya da cezalandırma korkusu yaşamadan özgürce tartışmaya başlaması gerekir. Taraflar, ancak geçmişle yüzleşmek suretiyle yaşadıkları travmayı aşabilir; ve geçmiş, bugün ve gelecek arasında ayrım yapmayı öğrenebilirler. Hikayelerin bütün çıplaklığı ile anlatılıp, tarihin açık konuşulur olmasıyla travma artık geçmişe ait bir husus haline gelecektir. Geçmiş için yas tutmaya olanak sağlayan böylesi bir süreç, tarafların birbiri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olmalarına ve iki komşu ülke olarak geleceği birlikte inşa etmelerine yardımcı olacaktır.

Hakikate ulaşmak için

Geçmişle uğraşmanın temel amacı elbette hakikati açığa çıkarmak olmalıdır. Burada hakikat kavramını çok geniş bir anlamda ve resmi çevrelerin artık ortadan kaldırılması gereken açık yalanlarına karşı kullanıyorum. Tarihte tek bir hakikat yoktur ve tarihçilik geçmiş üzerine farklı konuşma tarzları demektir. Ama geçmiş üzerine farklı konuşabilmek için, açık yalanların ortadan kaldırılabilmesi gerekiyor. Geçmişle ilgili hakikati açığa çıkarmanın iki temel hedefi vardır: 1) Kurbanlar için adalet arama ve onların ayaklar altına alınan haysiyetlerini onarma, 2) ileride olması muhtemel hak ihlallerini önleme ve toplumlar arasındaki uzlaşma ve barışı kolaylaştırmak.

Kamuoyunun olaylar hakkında bilgilendirilmesi gerçeğin basın-yayın yoluyla yayılması gereklidir ancak asla yeterli değildir. Asıl önemli olan gerçeğin resmi düzeyde kabul görmesi, resmi makamlarca tüm yönleriyle komuoyuna maledilmesi ve gerçeğin ulusun tarih kayıtlarına resmen düşülmesidir. 1915in Türkiye tarih yazımının bir köşe taşı, Türkiyenin kendini tanımlamasının bir mihenk noktası haline gelebilmelidir.

Avrupa Birliği önderliğinde oluşturulabilecek hakikat komisyonu ya da tarihçiler komisyonu böylesi bu işlevi üstlenebilir. Ama bu tür komisyonların faaliyetlerinin tüm aşamalarının son derece şeffaf olması; sonuçların toplumun ahlaki eğitiminin bir parçası olarak herkese açık olması gerekir. Demokratik bir kültürün oluşturulması ile kamuoyunun gerçeğe vakıf olması arasında güçlü bir ilişki vardır.

Tarihe ilişkin benzeri haksızlıklarla uğraşan komisyonların uğraştığı merkezi soru, kurbanların yaralarının nasıl sarılacağıdır. Bu bağlamda Ermenilerin uğradığı zararların nasıl telafi edileceği, en azından ahlaki bir sorun olarak Türkiyenin önünde durmaktadır. Sorun, hukuki olmanın ötesinde öncelikle ahlakidir. Fakat, Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı İmparatorluğunun devamı olarak kabul edilip edilmeyeceği sorusu başta olmak üzere cevap verilmesi gereken onlarca hukuki sorun vardır.

Elbette bu süreçte, Ermeni soykırımında ortaya çıkan zararların tazmin edilmesi isteğinin karşısına, aynı büyüklükte olmasa bile Müslüman kayıpları ve bunların zararlarının tazmin edilmesi isteğini çıkartılabilir. Bunlar kadar önemli olan bir nokta ise, bu tür bir tartışmanın acıları ve kayıpları pazarlık masasına koymak anlamına geldiğidir. Özellikle kurbanlar veya onların hayatta kalan akrabaları açısından bu kabul edilemez bir ahlakı açmazdır. Benzer bir sıkıntı da Türkiyenin geçmişte yaşanan olayların adını koymaksızın ve belki de özür bile dilemeksizin tazminat verip olaydan sıyrılmaya kalkışmasıyla ya da, Japonyanın geçen yıllarda yaptığı, hiçbir toplumsal sonucu olmayan yarım ağız bir özür dileme ile de geçiştirmesiyle yaşanabilir. Bunlar taraflar arası görüşme ve konuşmalar başlamadan önce dikkate alınması gereken ciddi sorunlardır. Ancak bu sorunlarla karşılaşmayı göze almadan tarafların sorunun çözümü konusunda bir anlaşmaya varmaları da mümkün değildir.

Tazminat ve hasar giderme taleplerinin hukuki açıdan can sıkıcı yanları olmasına rağmen, tazminatın aslında sembolik bir adım, sadece ahlaki bir jest olduğunun unutulmaması gerekir. Can ve mal kayıplarının tam anlamıyla karşılanmasını sağlayacak bir tazminat mekanizması ne yazık ki henüz icad edilmedi. Sorunun çözümü bu kayıpların neler olduğundan kamuoyunun haberdar olmasına bağlıdır. Her iki tarafın vicdanında, geçmişteki adaletsizliğin kısmen de olsa giderildiğine dair güçlü bir manevi duygunun yaratılması esastır. Bütün bunlardan sonra Türk-Ermeni çatışmasına ilişkin şöyle bir yol haritası önermek mümkündür:

a) İlk adım güncel meselelerle tarihsel olanların ayrılması olmalıdır. Türkiye diplomatik ilişkiler için Ermenilerin uluslar arası platformlarda Soykırımın tanınması girişimlerinden vazgeçmesini ön şart olarak koymaktan vaz geçmelidir.

cool.gif İkinci adım her iki devletin karşılıklı güveni arttırıcı pratik adımlar atmasıdır. Sınırın ön koşulsuz açılması, diplomatik ilişkilere ek olarak örneğin Türkiyedeki bakanlıkların web sitelerinde olduğu gibi, resmi kurumların ortalığı kızıştırıcı politikalardan vazgeçmesi gerekir. Zaten bu web sitelerinin varlığı bile Türkiyenin devlet politikasıyla çelişmektedir. Bilindiği gibi Türkiye, devletlerin işe karışmaması ve konunun tarihçilere bırakılmasını istemektedir. Oysa konuya bulaşmamış Türk devlet kurumu yok gibidir.

c) Anadoludaki Ermeni kültürel varlıklarının korunmaya alınması ve restore edilmesi barışma yolunda önemli bir adım olabilir. Eski Ermeni şehirlerini ve tarihi eserleri onarmak, bunların Ermenice orijinal isimlerini kullanmak, Ermenilerin Anadolu kültürüne yaptıkları katkıları bilinir hale sokmak ilişkilerin inşaası için güzel jestler olacağı gibi, en önemli ürünlerini Anadolu topraklarında veren Ermeni kültürüne ve yaşamına ilişkin izlerin yeryüzünden silinmesinin de önüne geçecektir.

d) Tehcir sırasında ülkeden ayrılmak zorunda kalmış Ermenilerin eski şehirlerinin fahri vatandaşı yapılması ya da özel bir statü ile Türkiyede ikametine izin verilmesi gibi sembolik adımlar da çok faydalı olur.

e) Tarafların diğerine ne yapması gerektiğini hatırlatan bir dilden uzak durmaları gerekir. Karşı tarafın ne yapması gerektiğini hatırlatan bir tutum sorunu çözmez, aksine derinleştirir. Bu nedenle, soykırım kelimesini kullanmayın veya soykırımı kabul etmeden olmaz gibi karşı tarafa şart sürmeler işi ancak çözümsüzlüğe götürür. En önemli ön şart, karşı tarafı dinlemeyi başarmaktır.

f) Bugün, devlet ve milliyetçi çevrelerce pompalanan propaganda nedeniyle Türkiyede Ermenilerin katıksız bir Türk düşmanı olduğuna, tek hedeflerinin bir zamanlar atalarının yaşadığı toprakları geri almak olduğuna ve buldukları ilk fırsatta 1915de yaşadıkları olayların intikamını almak isteyeceklerine inananların sayısı gerçekten az değildir. Ermeni çevreler, yapacakları küçük jestlerle bu hurafelerin ortadan kaldırılmasına büyük katkı yapabilirler. Türkiyeden istenilenin tarihsel gerçekliğin benimsenmesi ve acılarının kabul edilmesi olduğunu, Türk kamuoyuna açık bir biçimde anlatma konusunda yapabilecekleri şeyler vardır. Ermenistan Parlamentosunun Türkiyeden herhangi bir toprak talebi olmadığını açıklaması, ASALA cinayetlerinin açık olarak kınanması gibi bazı jestler milliyetçi propagandaları boşa çıkarılabilir ve Türk kamuoyu yeniden şekillendirilebilir.

g) Tarafların birbirini tanımlarken kullandıkları dilin değişmesi gerekiyor. Her iki taraf da farkına varmalıdır ki, bu güne kadar kullanılan dil, çatışma politikasının bir ürünüdür ve bu dilin kullanılmaya devam edilmesi sorun çözmede kullanılamaz. Türk ve Ermeni kelimelerinin bugünkü kullanılış tarzı buna bir örnek olarak verilebilir. Ermeni çevrelerde yaygın olarak kullanılan soyut ve tarihsiz Türk kelimesi sorunu çözmeye değil, karmaşıklaştırmaya yarıyor. Bu kavram, aralarında pek çok farklılık bulunan Türk devleti ile Türk halkını aynı kefeye koymakla kalmıyor, aynı zamanda toplumun değişik kesimlerini de tek bir bütünmüş gibi sunuyor. Halbuki ortada tek bir Türk yerine, Kürtler, Türkler, Aleviler, Müslümanlar, Çerkesler, kısacası çeşitli kesimler var. Devletle toplum ve toplumun değişik kesimleri arasındaki farklılıkları ortaya koyan bir dili geliştirmek sorunun çözümünün yarısı gibidir.

Türkiyede kullanılan Ermeni kavramı da böyle. Bu kavram son derece negatif bir içerikte kullanılmanın ötesinde, Ermeni toplulukları içerisindeki farklılıkları da yok sayıyor. Salt bu kavramların daha ayrıntılı kavramlarla yer değiştirmesi durumunda bile ilk ortaya çıkacak gerçek şu olacaktır: Ortada bir tarafta Ermenilerin öbür tarafta Türklerin olduğu bir sorun yoktur. Aksine, çatışma ve sorun isteyen Ermenilerle Türklerin bir tarafı; geçmişle yüzleşerek yarını kurmak isteyen Ermeni ve Türklerin diğer tarafı oluşturduğu bir sorun söz konusudur.

h) Tarafların üzerinde konuştukları tarih malzemesinin bütünlüğünün sağlanması ve taraflar için bilinir hale sokulması gerekir. Bu adımın atılmasının önündeki ciddi engellerin başında konuya ilişkin birincil kaynakların değişik dillerde ve değişik ülke arşivlerinde bulunmasıdır. Bu yüzden konu, hala dil bilen ve maddi olanaklara sahip birkaç uzmanın tekelinde kalmış gibi görünmektedir. Örneğin Türk dokumanları Arap harfleriyle yazılmış olduğu gibi, bunlar arasından devlet tarafından seçilen az miktarda belge tercüme edilmiştir. Üstelik bu belgelerin tutulduğu arşivler aksi yönde edilen onlarca söze rağmen malesef tümüyle açık değildir. Örneğin Başbakanlık arşivinde çalışan özellikle genç Türk akademisyenlerin sorgulanması sıradan bir uygulamadır. Aynı şekilde Türkiye toplumunun büyük kesimi, Amerikan, İngiliz, Alman ve Avusturya arşivlerinden habersizdir. Bu nedenle bu belgelerin toparlanması, tercüme edilmesi ve yayınlanması çok önemli bir adım olacaktır. Tüm bu çalışmalar, Avrupa Birliği tarafından da desteklenecek, oluşturulacak ve resmi veya yarı-resmi tarihçiler komisyonu ya da gerçeği arama komisyonu çatısı altında yürütülebilir.

Sonsöz

Böyle bir komitenin esas amacı sadece 1915de gerçekten ne olduğunu tesbit etmekle sınırlı olmamalı, daha uzun vadede bu konulara dair toplumsal bir etik oluşturmaya da katkıda bulunmalıdır. Üzerinde toplumsal konsensus sağlanan böylesi bir etik sayesinde kutuplaşmaya ya da çatışmaya dayalı tarih yazımlarının önüne geçilebilir. Burada ille de her iki tarafın da yaşananlar üzerinde tam bir uzlaşmaya varmasını ya da tarihin her iki taraf için de aynı hale getirilmesini önermiyorum. Asıl üzerinde durduğum, her iki tarafında da üzerinde anlaşabileceği ve iletişim kurmasına yardımcı olacak bir genel etik zemini oluşturmaktır. Bu zemin tarih üzerine farklı konuşma tarzlarına da imkan tanır ki olması gereken de budur.

Her iki ülkenin eğitimcilerinden oluşturulacak karma komiteler sayesinde tarih, her iki tarafından kabul edebileceği bir anlatı içine sokulabilir. Tarihe ilişkin taraflarca genel kabul görmüş bir tarih anlatımının Türk ve Ermeni müfredatlarına girmesi sayesinde her iki toplum arasındaki düşmanlık duyguları ve nefretin de azalacağı görülmek durumundadır.

Özetle, sorun Türkiye ve Ermenistan arasındaki ve bölgedeki ilişkilerin düzeltilmesi ve demokratikleştirilmesinin bir parçasıdır. Ortadoğuda barışın önündeki en önemli engellerden birisi, bölge halklarının birbirleri hakkında hala üzerinde konuşulmamış tarihi deneylere dayanan yargılara sahip olmalarıdır. Tarih hala bölge barışının önünde bir engel gibidir. Bölge halkları için büyük acılar anlamına da gelen bu ortak tarih üzerine konuşulmadıkça, halklar arasındaki kuşku ve önyargılar aşılamaz. Bölgede halklar arası güvenin yaratılması ve demokratik ilişkilerin geliştirilmesi, tarih üzerine konuşma ile de doğru orantılıdır


ERMENİ SORUNU
Yukarda söylenenlerden başka, tarihle yüzleşmeyi neredeyse imkansız hale getiren ilave bir faktör daha vardır. Eğer bir toplum, bugününü borçlu olduğu kişilerin (bizim örneğimizde içlerinden bir kesimin), birer kahraman değil de, aslında kendi öz kimliğinin kültürel bileşenlerini tehdit eder türden suçlar işleyen kişiler olduğunu keşfederse bunu ne kadar kaldırabilir? Eğer varsa böyle bir gerçekliğin yaratacağı şok kabul edilmek durumundadır. Bu durum, bir toplumun, sahip olduğuna inandığı kendi kimliği ile bunun başkaları tarafından kabul edilmiş hali arasındaki büyük bir çelişkinin varlığına denk düşer. Kahraman ile katil veya hırsız sayılma arasındaki korkunç uçurumla baş etmek için kollektif şizofreniden, inkardan, o olayla ilişkisini yok saymaktan veya içine kapanmaktan başka çare yok gibi gözükür. Türkiyede konu üzerine konuşmaktan kaçılmasında böyle bir gerçekliğin ağır payı vardır.

Osmanlı İmparatorluğunun yönetici elitinin, fazla bir değişikliğe uğramadan Cumhuriyet döneminin de yönetici eliti olması, doğal olarak Ermeni soykırımı ile Cumhuriyetin kuruluşu arasında bir ilişki doğurmuştur. Bu üç yönlü bir ilişkidir. Birincisi, 1918de Birinci Dünya Savaşında yenildikten sonra Anadoluda direniş hareketini örgütleyen parti ile soykırımı uygulayan parti aynı partidir. Türk tarih yazımında İttihat e Terakki Partisinin Anadolu hareketi içindeki rolü küçümsendiği için, bu bağlantı ortalama bir kişinin kafasında kolayca kurulmaz ama Mustafa Kemal bile İttihat ve Terakki Partisi üyesidir ancak bu parti içinde sivrilmiş biri değildir. Anadoluya görevle gönderilmesinde sakınca görülmeyecek, öne çıkmamış bir politik kimliğe sahiptir. Mustafa Kemal kendisinin başlangıç yıllarında arka planda kalışını, Enver tarafından yapılan komplolar ile izah eder. Bilindiği gibi İttihat ve Terakki Fırkası, askeri bir yenilgi halinde, direnişe ne şekilde devam edileceğinin planlarını daha savaş öncesinde yapmıştı. Aslında yenilgiye rağmen Enver Paşa için savaş bitmemişti ve ikinci perdesi Kafkaslarda yeniden açılacaktı. Savaşın bitiminden önce, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Anadolunun birçok yerinde gizli depolara silahlar saklandı. Mondoros Mütarekesinden hemen sonra da, İttihat ve Terakki Fırkası, ilk savunma ve direniş örgütlerini Anadoluda kurmaya başladı. Bunlardan Karakol adıyla bilineni, doğrudan İttihat ve Terakki liderleri Enver ve Talat Paşalar tarafından kurulmuştur. Karakol örgütünün birincil görevi direnişi örgütlemek olduğu kadar, Ermenilere karşı işlenmiş suçlardan dolayı aranan İttihat ve Terakki lider kadrosunun yurtdışına gizlice kaçırılmasını örgütlemekti.

Cumhuriyetin kuruluşu ile soykırım arasındaki ikinci önemli bağ ise birincisinin doğal bir sonucuydu. Ulusal kurtuluş savaşını örgütleyen ve yürüten kadroların bir kısmı Soykırıma doğrudan katılmış kimselerdi. Tehcir suçlarından dolayı aranan ya da yargılanan pek çok kişi arasında, Topal Osman, Deli Halit Paşa, Yenibahçeli Şükrü, Hilmi, Nail Beyler en çok bilinen isimlerin başında gelir. Bunu gibi, Kurtuluş savaşından sonra önemli görevlere atanan kadrolar arasında da Soykırımda doğrudan görev almış olanlar vardı. Örneğin Ermeni Tehcirinin İskan-ı Aşair ve Muhacirin Umum Müdürü (Sevkiyat Reis-i Umumusi) Şükrü Kaya İç İşleri Bakanlığı ve CHPnin genel sekreterliğini yaptı. Şükrü Paşa Maltaya sürgün edilmiş ancak 6 Eylül 1921de firar etmişti. Kırım sırasında önce Bitlis daha sonra Halep valisi olan Abdülhalik Renda, Maltadan döndükten sonra önce Maliye, Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıklarında bulunmuş ardından TBMM başkanlığı yapmıştır. Soykırım yıllarında Diyarbakır milletvekili olan Arif Fevzi (Pirinççizade) bir süre Maltada gözetim altında tutulduktan sonra dönmüş, Mayıs 1922-Ekim 1923 arasında Nafıa Vekilliği yapmıştır. Yine Maltada 2805 nolu tutuklu olarak bulunan İttihat Terakkinin Antep milletvekili Ali Cenani Bey Kasım 1924-Mayıs 1926 arasında Ticaret Bakanı olurken, Ermeni ölülerinin gömülmesinden sorumlu Sağlık Genel Müfettişi olan Dr. Tevfik Rüştü Aras 1925-1938 arasında bir çok önemli görevinin yanısıra İkinci Dünya Savaşı sırasında Dışişleri Bakanlığını yürütmüştü. Şüphesiz bu liste, benzeri isimlerden sadece birkaçıdır ve onlarcasını daha eklemek mümkündür.

Soykırım zenginleri

Cumhuriyetle Ermeni Soykırımı arasındaki üçüncü bağlantı ise, Anadolunun bazı bölgelerinde (Çukurova gibi) Soykırımdan zengin olan yeni bir tabakanın oluşmuş olmasıdır. Soykırım zengini eşraf, Ermenilerin geri gelip hem intikam alacaklarından hem de mallarını geri isteyeceklerinden korkmuşlardır. Nitekim Savaş sonrasında İttifak güçlerinin bu kesimin peşine düşeceğinin anlaşılması üzerine bu yeni zenginler tabakası, ulusal direniş hareketinin destekçisi olurlar

Bütün bunları alt alta yazdığımızda, gayet açık olan şey, ulusun kollektif belleğine bir ulusu yoktan vareden adamlar olarak kazınmış bazı kişilerin birden hırsızlar ya da caniler olarak tanımlanmasının bir toplum için ne kadar yıkıcı olacağıdır. Bu nedenle Ermeni Soykırımı, hem 1923 öncesi için hem de Cumhuriyetin kurulduğu yıllar için unutulması gereken bir referans noktasıdır. Ermeni Soykırımını tümüyle inkar etmek, bu sorunlarla yüzleşmek için insiyatif almaktan elbette çok kolay bir yoldur. Fakat eklemek gerekir ki, Türkler, Cumhuriyetlerinin kurucusu olan Mustafa Kemalin kişiliğinde, konunun üzerine gitmek için son derece önemli bir desteğe sahiptirler. Mustafa Kemalin, o son derece zor günlerde bile göstermekten çekinmediği cinayetleri lanetleyen ahlaki tavır alışı, bugünkü kuşaklara, konuya yaklaşmada işe nereden başlanacağının ışığını tutar gibidir. Daha sonraki kuşaklar, neredeyse tapınmak derecesinde saygı gösterdikleri liderlerinin Ermeni soykırımı konusundaki dürüst tutumunun çok ama çok gerisine düşmüş görünüyorlar.

5) Bu işin sonu nereye varacak ? korkusu

Türkiyede bir başka yaygın kanı da, bu konuyu tartışmaya başlamanın tarihsel haksızlıklar konusunda bir nevi Pandoranın Kutusunun açılması sonucu doğuracağıdır. Yani tarihle yüzleşmeye hangi tarihten itibaren başlanmalıdır ve bu nereye kadar götürülmelidir? Ve bunun arkasından ne gelecektir? Türkiyede bugün pek çok kişi, geçmişin böyle didiklenmesi zararlı sonuçlar doğurabilir, diye düşünebilmektedir. Bunun bir nedeni, acaba, tarihinde pek çok yanlış yapmış bir toplumun bu kadar çok sorunla başedemeyeceğini düşünmesi olabilir mi?. Gerçekten de Osmanlı-Türk tarihindeki kitlesel şiddetin tarihi dipsiz bir kuyuya benzer.

er tarihi tartışmaya, 19.yyın sonları ile 20.yyın başlarından itibaren başlarsak, tarihsel haksızlıkları iki kategoride toplayabiliriz. Bu kategorilerden ilki 1923 öncesinde esas olarak Müslümanlar ile gayri müslimler arasında yaşanan çatışmaların ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu çatışmalar Cumhuriyet dönemi boyunca da gayri-müslimlere düşmanlık duyulması ve onlara karşı çeşitli haksız uygulamaların gündeme getirilmesi biçiminde devam etmiştir. Bu düşmanlığın en meşhur örnekleri arasında 1934de Trakyada yaşayan Yahudilere karşı yürütülen saldırılar ve 15 bine yakın Yahudinin yerlerinden edilmesi, dahası ülkeden göç etmek zorunda bıkarılması, 1942de esas olarak gayri-müslimlere uygulanan Varlık Vergisi, 1955de İstanbulda yaşanan ve 6-7 Eylül olayları diye bilinen, başta Rumlar olmak üzere tüm gayri-müslimlere karşı kitlesel saldırı hareketleri, 1963de Rumların İstanbuldan kaçırtılması, Süryanilerin Avrupaya ve ABDye göçetmesi sayılabilir.

Kürt Ayaklanmaları

İkinci kategori ise Cumhuriyet Döneminde ortaya çıkan yeni çatışmalarda yaşanan haksızlıklardır. Bu çatışmalar esas olarak Müslümanlar ile Müslümanlar arasındadır. Örneğin 1920 ile 1938 arasında, yüzlerce ölüyle sonuçlanan 20den fazla Kürt ayaklanması yaşanmıştır. Bu daha çok geleneksel sayılabilecek çatışma ve haksızlıklara bir de 20.yyın sonlarına doğru yaşanan askeri darbeleri eklemek gerekir. Türkiye toplumunun neredeyse her kesimi, son kırk yılında, askeri darbeler, işkenceler, iz bırakmadan kaybolmalar, ölüm mangaları, Kürtlere ve Alevilere yönelik baskı ve saldırılar, faşist gruplarla sol gruplar arasındaki silahlı çatışmalarla biçiminde birçok olayla sarsılmıştır. Yakın tarihinde bunca yıkıcı olay yaşayan hangi toplum hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edebilir? Şu andaki Başbakanı bile kısa bir süre önce hapisten çıkmış bir hükümlü olan bir toplumdur Türkiye. Böylesi bir tarihe sahip olan ve geçmişle yüzleşmeye cesareti olmayan her toplumun yapacağı gibi Türkler de unutmayı tercih ediyorlar ve asıl sorun bu unutmanın mümkün olmadığının kavranılamamasından kaynaklanıyor. Türkiyenin ögrenmesi gereken, unutmanın en iyi yolunun üstüne örtü etmek değil, konuşmak olduğunu kavramasıdır.

Fakat Cumhuriyet dönemindeki çatışmaların bir önemli özelliği, Türkiyede konuşmayı zorlaştıran bir faktör olmaktadır. Bilindiği gibi, toplumun değişik katmanları (Kürtler, Aleviler, Laikler vb.) çatışmalar boyunca birbirleriyle sürekli yer değiştiren ittifaklara girmişlerdir. Tarihi boyunca yaşanmış her çatışmanın kurbanı, faili, sempatizanı ya da destekçisi rolleri, çatışmanın karakterine bağlı olarak değişmiştir. Belli bir çatışmada Kurban durumunda olabilen bir grup (örneğin Aleviler) bir başka çatışmada fail veya faillerin destekçisi (İslamla çatışma ya da Kürt sorunu) olabilmektir. Toplumsal gruplar genel kural olarak çatışmalar içindeki kendi rollerini ya kurban ya da son derece haklı olmak temelinde kurgulama eğilimindedirler. Türkiye tarihi ise bu konuda hiçbir gruba temiz bir sayfa sunmaz. Bu girift tarih, geçmişle yüzleşmek konusunda egemen olan kültürel gönülsüzlükle de birleşince Türkiyede tarihsel haksızlıklarla yüzleşmek hiç arzu edilmez bir iş haline gelmiştir.

Kollektif amnesiaya devam

Bu durumu açıklamak için ikisi de aynı gün yaşanan bir örnek vermek istiyorum. Geçtiğimiz aylarda Diyarbakırda, insan hakları örgütünün büyük çabasıyla 10 Kürt köylüsünün ceseninin gömülü olduğu bir toplu mezar bulundu. Bu kayıp kişilerin daha önce devlet güçleri tarafından tutuklandıkları ama gözaltında iken vuruldukları ve gömüldükleri anlaşıldı. Aynı gün gazetelerde 10 yıllık bir hapislik hayatından sonra serbest kalan önemli Kürt önderlerinden Leyla Zananın DYP lideri Mehmet Ağar ile görüşme talebinde bulunduğu yazıldı. Mehmet Ağar, toplu mezardan çıkarılan Kürt köylülerinin kaybolduğu dönemde İçişleri Bakanıydı. Leyla Zana ve Mehmet Ağarın, buluşma öncesi ve sonrasındaki tutumları, o kötü olaylarla yüzleşmekten ve üzerinde konuşmaktansa o olayları tarihe gömmenin daha doğru olacağını öne çıkaran bir kültürel duruşa denk düşüyordu. Kollektif amnesiayı devam ettirmek her ikisi için de çok sorunsuz bir tutum olarak gözükmektedir. Gazeteciler ise (örneğin Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesindeki 10 Kasım 2004 tarihli yazısında) bu buluşmayı geçmişin yaralarını onarma yolunda dostça ve cesur bir adım olarak alkışlamışlardır. Bu amnesianın devam ettirilmesine iyi bir örnek teşkil eder ve malesef Türkiyedeki sorunun nerede yattığına işaret eder. Amnesianın tek alternatifini kavga etmek veya döğüşmek olarak kuran bir kültürel çatının çok sağlıklı olmayacağı kabul edilmek durumundadır. Boşluksuz 9700



V. GÜN

Sorunu Çözme İ
çin Türkiye hangi adımları atabilir?

Burada sadece Türkiyenin atmasının doğru olduğunu düşündüğüm adımlar sorusuyla uğraştımın altını çizmek isterim. Genel soru şudur: Geçmişte gündeme gelmiş tarihsel haksızlıkların zararlarını giderme konusunda neler yapılabilir? Çatışmaların değişik toplum ve gruplarda açtığı yaralar nasıl tedavi edilir? Bir insan (bir toplum) kollektif travmayı nasıl atlatabilir? Bu sorulara hangi yanıtları vereceğimiz, katıksız adalet ile ne pahasına olursa olsun bir barış sağlama arasında yapacağımız kesin ve açık tercihe bağlı olarak değişir. En uç alternatifleri kurbanın intikam ateşi ile yanıp tutuşması ile failin suçunu örtbas etmeye çalışması arasında, ya da bir başka deyişle suçlulara yönelik sürek avı ile ellerimizi yıkayıp olaydan sıyrılmak arasında yapılacak seçim,olarak formüle edebiliriz.

Max Weber bu iki uç noktayı, politik tavır alışlarımızı da sıkça başvurduğumuz, iki ayrı ahlaki sistemin varlığı olarak teorileştirir. Webere göre, birincisi nihai inanç ahlakıdır. Bu ahlak, bir değerler ve idealler dizgesine yılmaz biçimde bağlanma ile karakterize olur. Diğeri ise sorumluluk etiğidir ve mevcut dünya içinde pratik olarak yerine getirilmesi mümkün olan koşullar tarafından belirlenir. Bu ahlaka göre, yapılacak olan ehven-i şer (kötünün iyisi) olana ulaşmaktır.

Bu iki uç arasında nerede durmalıyız ki, geçmişe, geleceğe yönelik yapıcı biçimde yaklaşabilelim? Bu konuda, Batı düşünce sisteminde egemen olan bir anlayış vardır. Bu anlayış, bireysel psikolojiyi anlamak konusunda kullanılan çözümleme metodlarına dayanarak, geçmiş travmalarla başetmenin en iyi yolunun acıyı seslendirmek ve bu acıyla birlikte yaşamayı öğrenmek olduğunu söyler. Bu metodun başarısı, söz konusu bireyin hikayesini anlatabileceği güvenli bir ortamın sağlanmasına bağlıdır. Bireysel psikoloji için önerilen bu metodu ulusal düzeye uyarlarsak, bu model, ulusun kendi tarihindeki travma veya tarihi haksızlıkların üstündeki örtüyü kaldırmasının, bunlarla yüzleşme arzusunun gelecek kuşakların rahat etmesinin şartı olduğunu savunur. Bu anlayış, toplumların kendi tarihiyle yüzleşmeyi başaramadıkları durumlarda, o toplumların, kendilerini bir zamanlar yaşadıkları travmaya götüren yanlışları tekrarlama ihtimallerinin kuvvetli olduğunu savunur. Fikir kısa ve özdür: konuş, eğer konuşmazsan aynı hatayı tekrar edersin.

Fazla hatırlama ile unutma arasında

Bu yaklaşıma karşı bazı haklı itirazlar ileri sürülebilir. Denebilir ki, bazı durumlarda geçmişin yaralarını açmak fazla iyi değildir ve onlar üzerinde durmamak ve bir anlamda onlarla birlikte yaşamak daha iyi bir seçenektir. Hatta bir görüşe göre, geçmiş üzerinde fazla ısrarlı olmak bir nevi hastalıktır. Burada yine iki uç nokta arasında; fazla hatırlama ile unutma arasında gidip geliyoruz. O zaman soruyu şöyle formüle edelim: Gelecekte aynı hataları tekrarlamak riskine düşmeden geçmişin travmalarından kendimizi nasıl kurtarabiliriz? Veya bir başka deyişle, geçmişin tutsağı olmadan geçmişi canlı tutmak için ne kadar derine inmeliyiz? Bu konudaki örnekler, iki uç arasında kollektif unutma ile cezaya dayalı adalet arasında geniş bir yelpazede toplanmaktadır. Fakat genel kural olarak diyebiliriz ki, toplumların kendi geçmişlerinde yaptıkları hak ihlallerinin tam bir listelemesini yapmaları, bu toplumların zorunlu demokratik dönüşümlerini yapabilmeleri açısından önemli görünüyor. Burada, geçmişle ilgilenme tarzının üç değişik biçimi, kollektif unutma, cezai yargılamalar ve gerçeği araştırma komisyonları üzerinde durmak istiyorum.

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

1) Affet ve Unut Yöntemi:

Garip görünebilir ama, kollektif amnesia (kollektif unutma) İspanya ve Mozambikte iyi sonuçlar vermiş bir yöntemdir. İlk olarak İspanyayı ele alalım. 1975de faşist diktatörlüğün devrilmesinden sonra demokrasiye geçiş barışçıl biçimde yapılmıştı. Politik elit, Franko dönemini lekelerse, askerleri ve güvenlik güçlerini suçlarsa, bunun yeni bir darbeye çanak tutabileceği korkusu içindeydi. Fakat halkın geçmişte yaşanmışların üstünü kapatma arzusu da çok güçlü idi. Bu özellikle geçmişteki olaylara bizzat katılanlar ya da suç ortaklığı edenler açısından geçerliydi çünkü ileride, yapmadıkları şeyler de dahil olmak üzere geçmişin bütün kötülükleri onların üzerine yıkılabilirdi. Ancak parlamento 1977 yılında, diktatörlük yönetiminde görev almış herkesi kapsayan genel bir af çıkardığında kimsenin itirazı olmadı.

Önce Portekize karşı bağımsızlık savaşı veren, ardından Marksist-Leninist çizgideki Frelimo hükümeti ile komşu ülkeler Güney Afrika Cumhuriyeti ile savaşan iç savaş ile Mozambikte, konu üzerine çalışan Priscilla B. Haynerın anlattığına göre taraflar hayır, tekrar çatışma, nefret ve acı bataklığına gömülmek istemiyoruz. Artık geleceğe odaklanmak istiyoruz. Şu anda geçmiş şu anda halen bugünün yaşayan bir parçası, henüz detaylı olarak irdelemek için ondan yeterince uzaklaşmadık diyerek, çatışmalar ve acılar üzerinde konuşmak yerine sessizliği seçmişlerdi.

İspanya ve Mozambik örneklerinin bize gösterdiği, kollektif amnesia metodunun şu durumlarda kullanıldığıdır : Eğer yüzleşmenin olumsuz sonuçlarından korkuluyorsa, (örneğin bu yüzleşme iç savaşın yeniden başlaması ihtimalini içeriyorsa), yüzleşmeyi göğüsleyecek bir politik irade yoksa, ya da ülke insanı hali hazırdaki yaşamını sürdürmek konusunda ciddi sorunlarla karşı karşıya ise (örneğin ülke yokolmanın eşiğindeyse); veya toplumda yüzleşmeye karşı güçlü bir kültürel tercih varsa, unutma tercih edilebilir bir alternatif olabilmektedir. Belki tüm bunlardan daha önemli sayılması gereken bir başka neden daha sayılabilir, eğer kurban ile fail aynı aileden geliyorsa geçmişle yüzleşmek imkansız gibidir, bu durumlarda, susmak ve unutmak en iyi yoldur.

Bu kısmı bir uyarı notu ile kapatabiliriz: Kollektif amnesianın bir ömrü vardır. Bir kuşak geçmişi unutmaya razıdır, ancak bu tavır sonraki kuşağı ya da kuşakları bağlamaz. Belki de tarihsel uzaklığın yarattığı rahatlık duygusu ile, yeni bir kuşak o günlerde gerçekten ne olduğu konusunda bir önceki kuşağa meydan okuyabilir. Tıpkı Kamboçyada olduğu gibi...

2) Cezaya dayalı adalet: Mahkemeler ve mahkumiyetler

Unutmanın tam karşı ucunda ise insan hakları ihlallerine teşebbüs edenlerin yargılanmasına yönelik aktif tutum yer alır. Buna en iyi örnekler İkinci Dünya Savaşından sonra Nazi savaş suçlularının Nürnbergdeki yargılanmaları, ya da 1989 sonrasında Doğu Alman Komünist Partisi yöneticilerinin yargılanmasıdır. Her iki olayda da, yeni politik kadrolar, politik ve sosyal rahatsızlıklara yol açma riski olmaksızın, hem suçluları cezalandırmak için gereken iradeye ve araçlara sahiptiler hem de bu eylemlerinin sonunda herhangi bir politik ya da sosyal rahatsızlığa neden olmayacaklarının güveni içindeydiler. Cezaya dayalı adalet modeli, sadece gerçek ya da potansiyel failleri caydırmakla kalmaz, aynı zamanda bu faillerin içinde yeşerdiği eski rejimin şiddet kullanarak iktidarı yeniden ele geçirmeye kalkışmasında da caydırıcı rol oynar.

Bu modelin, kurbanların onurunu ve yaraları sarmakta da başarılı olduğu, ve daha önemlisi aynı zamanda kişisel öç alma ihtiyaçlarını ortadan kaldırdığı da görülmüştür. Bu yöntemin bir diğer faydası da, silahlı güvenlik güçlerinin, içlerine yuvalanmış kötü unsurlardan arınmasına fırsat vermesidir. Kısacası, cezaya dayalı adalet yöntemi sadece yeni rejimin, eski rejimin çirkin meşruiyeti ile bağlarını şüphepe yer bırakmayacak biçimde koparmasını sembolize etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun yeni demokratik değerlere sıkıca bağlanmasını da garanti eder.

Genel kural olarak, bu yaklaşım ya eski yönetici elitin tümüyle alaşağı edildiği dramatik sosyal değişimlerin yaşandığı ülkelerde, ya da toplumun kurbanlar ve suçlular (failler) arasındaki ayrımı hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın yapabildiği hallerde başarılı sonuçlar vermektedir. Pekçok durumda, bu model, dönüşüm halindeki (özellikle de işgal ya da baskı altındaki) toplumların karmaşık sorunlarına çare bulamaz. Bu metodun en önemli sakıncaları ise günah keçisi yaratmak, suçlu avına çıkmaktır. Yani bu yöntem bir diğer deyişle muzaffer olanın adaletini sağlar.

3) Gerçeği Arama (Hakikat) Komisyonları (ya da Onarıcı Adalet)

Bir önceki metodun esas gayesi suçuları cezalandırmak iken, yani odak suçlular iken, gerçeği arama komisyonları esas olarak kurbanlara odaklanırlar. Burada amaç onların kimliğini tesbit etmek, başlarına gelenleri tanımlamak ve zararlarını telafi etmek için uygun yöntemleri bulmaktır. Onarıcı adalet süreci boyunca bir suçlama ve/veya yargılama süreci başlatılabilir de başlatılmayabilir de, çünkü asıl umud edilen, kurbanların ve ailelerinin bu süreç içinde kızgınlık ve acıları ile başetmeyi başarabilmeleridir.

Gerçeği Arama Komisyonları nın başarısını şu faktörler belirler:

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

1) Tarihi haksı
zlık ne kadar önce meydana geldi? (Çatışmanın tarihi eskiyse, araya giren zamanın çözümü kolaylaştırması mümkündür.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

2) Çatış
ma aynı etnik-dinsel grubun üyeleri arasında mı yaşandı yoksa değişik gruplar arasında mı? (Deneyimler göstermiştir ki, tek bir sosyal grubun içinde yaşanan çatışmaların çözülmesi veya affedilmesi daha kolaydır)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

3) Toplum, kurbanlar ile suçluları
n kimler olduğunu açıklıkla biliyor mu? (Eğer bu fark belirgin değilse, örneğin çatışma nedeniyle bir aile parçalanmış ve aile üyeleri farklı kamplarda yer almışsa, onları çatışma üzerinde konuşmaya davet etmek nasıl ailenin yaralarının daha da derinleşmesine neden olabilirse, başka durumlarda da aynı sonuç ortaya çıkabilir.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

4) Tarihi haksı
zlığa yol açanlar iktidardan nasıl uzaklaştırılmışlardır? Eski rejim üyeleri ile onların yerine göreve gelen yeni rejim üyeleri arasındaki ilişki nedir ve yetki devri nasıl olmuştur? Yeni rejime geçiş görüşmeler yoluyla, barışçıl biçimde mi yoksa birinin diğeri tarafından alaşağı edilmesi suretiyle, zora dayanarak mı olmuştur? (Eğer eski düzenin savunucularının bir bölümü gizli ya da açık biçimde hala iktidarı ve kaynakları ellerinde tutuyorlarsa, gerçeği aramak tam anlamıyla boş hayaldir.)

<!--[if !supportLists]--><!--[endif]-->

5) En önemlisi de, bu çalış
maların sonunda elde edilecek sonuçlar, sosyal istikrarı ve barışın artmasına hizmet edecek midir? (Eğer ortaya çıkarılan gerçek, düzeni bozacak ve barışı tehlikeye sokacaksa, bu yönteme başvurulmaması dahi ileri sürülebilir, ki eski rejim temsilcilerinin en çok başvurdukları argümanların başında bu gelir.)

Özetle, Türkiyenin tarihi ile yüzleşme sorunu ile karşı karşıya olduğu günümüzde, başta Latin Amerika ve Afrika olmak üzere, çeşitli yerlerde faaliyet göstermiş ve hala faaliyet göstermekte olan komisyon deneylerinin yakından bilinmesinde fayda vardır. Bu farklı deneylerin bilinmesindeki asıl önemli olan şey, Türkiye insanının, şu anda karşılaştığı sorunun bir tek kendisine has bir sorun olmadığının farkına varmasına sunacağı katkıda yatar. Kendi karşılaştığı sorunun, olağan veya sıradan sorunlardan birisi olduğunun bilinmesi, sorunun çözümü doğrultusunda adım atma medeni cesaretini de hızlandırabilir.



VI. GÜN

Türkiye Nerede Duruyor?

Genel ilke olarak, geçmiş bir tarihte yaşanmış insan hakları ihlalleriyle uğraşanlar iki amacı gütmelidirler: Birincis bu türden ihlallerin ve haksızlıkların yeniden olmamasını sağlamak ve ikincisi bu haksızlıkların doğurduğu zararları gidermek. Geçmişle hesaplaşmanın anlamlı olması için, özür dileme ve onarmaya ek olarak yapılabilece en etkin bir başka tedbir eğer mümkünse, örneğin halen yaşıyorlarsa, faillerin cezalandırılması konusunda güçlü ve etkili adımlar atmaktır. Cezalandırmanın faillerin dahil olduğu toplumsal kesimlerin bir daha böyle işlere tevessül etmemeleri yönünde caydırıcı bir özelliği vardır. Fakat tüm bu adımlar, eğer tüm toplumun eğitilmesini de kapsamaz ise başarılı olamayabilir.

Türkiye gerek iç dinamikleri sayesinde, gerekse Avrupa Birliğine katılma sürecinin etkileriyle, otoriter rejimden demokrasiye doğru hızla yol alan bir geçiş toplumdur. Türkiyenin demokratik bir topluma devrilme süreci, Avrupa Birliğinin üyeliği yolunda benzeri evrimleri geçiren İspanya, Portekiz ve Yunanistanın yaşadıkları ile kıyaslanabilir. Bir farkla ki,Türkiyede eski militarist-bürokratik yapı hala iktidarın önemli kilit noktalarını elinde tutmaya devam etmektedir. Hatta bu güçlerin demokrasiye geçiş sürecini etkisizleştirmek, uzatmak ve karmaşık hale getirmek konusunda oldukça başarılı oldukları dahi ileri sürülebilir. Fakat, gerek Avrupa Birliği gerekse içerden sivil toplumdan gelen baskılar bu güç odaklarını şimdilik sessiz kalmaya itmiş gözüküyor.

Tarihle yüzleşmek, bir toplumun demokratikleşme sürecinin en önemli göstergesidir. Bu süreçte, Avrupa baskısı ve sivil toplumun gelişmesi, Türkiyenin tarihsel adaletsizlikler üzerinde kendiliğinden düşünmesini etkileyen birbiriyle bağıntılı iki faktör olarak karşımıza çıkıyor. AB hem bu süreci hızlandırıcı hem de teşvik edici bir rol oynuyor. Örneğin geçmişle yüzleşmenin doğurabileceği olumsuz koşullar, AB üyeliğinin sağlayacağı sosyal ve ekonomik avantajlarla telafi edilebilecek gözüküyor. Sorunlara son derece fayda ve çıkar mantığı ile yaklaşmaya alışmış militarist-bürokratik güç odakları, eğer tarihle yüzleşmenin bazı faydalarını, ödüllerini görürse bu konuda çok fazla engel çıkarmayabilir. Bu noktada AKP iktidarının ve Türkiyede demokratik ilişkilerin gerçekten egemen olmasını isteyenlerin cevap vermesi gereken bir soru karşımıza çıkıyor. Eğer Türkiyede mevcut insan haklarını korumak ve geliştirmek istiyorsak, geçmişteki insan hakları ihlalleri ile ilgili olarak, toplum olarak hangi sorumluluklara sahibiz? Hükümet ve toplum olarak geçmiş haksızlıklar konusunda yerine getirmemiz gereken yükümlülükler nelerdir? Bu soruyu sormamın nedeni, geçmişiyle yüzleşme yeteneğine sahip olmayan bir toplumun mevcut insan haklarını koruma ve geliştirme konusunda yetersiz kalacağına ilişkin bir kabulden hareket etmemdir. Ayrıca bilinmesinde fayda vardır ki, AB de kendi geçmişi ile yüzleşemeyen, yüzleşmek istemeyen ya da yüzleşmeyi beceremeyen bir toplumu içine almaya hazır değildir. Hele bir de Türkiyeye yönelik mevcut ön yargılarla birlikte, bu noktanın, diğer ülkeler açısından teşkil ettiği önemin ötesinde bir anlam kazanacağını da görmek gerekiyor. Ben bunu ek bir sorun değil, bir avantaj olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum.

Yakın tarihi hatırlamak

Türkiyede geçmişte yaşanan ihlaller farklı tarihsel dönemlerde, farklı gruplara yönelik olarak gündeme gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında, katliamların ve şiddetin ana hedefi Hıristiyan azınlıklardı. Cumhuriyet döneminde, devlet destekli şiddet değişik Müslüman grupları ve seküler solcuları hedef aldı. Elimizdeki yazılı kanıtları ve de sözel tarihle kulaktan kulağa aktarılanları biraraya getirirsek, Cumhuriyet döneminde yaşanan şiddetin tüm boyutlarının henüz daha tam anlamıyla bir dökümünün yapılmamış olduğu görülecektir. Öte yandan, hak ihlallerinin oldukça kabarık olmasına ve de bu ihlallere muhatab olmuş grupların oldukça geniş ve yaygın niteliğine rağmen Türkiye insanı, başlarına gelen kötülükleri, mahkemeler, gerçeği arama komisyonları ya da diğer formel, kurumsal araçları kullanarak sorgulama eğilimine girmedi. Bunun nedenleri arasında sadece geçmiş karşısındaki tavır alışı belirleyen kayıtsızlık kültürünü saymak yeterli değildir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru miktarının büyüklüğü toplumda, haksızlıkların giderilmesi doğrultusundaki güçlü bir özlemin varlığına işaret eder. Geçmiş haksızlıkların ama Türkiyede fazla ele alınmıyor olmasının başında, her bir gurubun değişik çatışmalardaki rollerinin değişik olması gerçekliği yatar. Bir çatışmada kurban olanın, bir diğer çatışmada fail veya destekçi olması hak arama eğilimlerinin hızını kesen bir faktördür. Çünkü sonuçta, hiç bir grup kendisinin suçlu veya sorumlu gösterildiği bir geçmiş hesaplaşmasına sıcak bakmaz ve geçmişin üstünü örtmek arzulanır bir ortak bileşke olarak ortaya çıkar.

Güven eksikliği

Burada eklenmesi gereken son nokta, toplumda geçmiş üzerine konuşmada güven eksikliği sorunudur. Geçmişteki çatışmaların grift karakteri, tuhaf bir biçimde, her grubun sadece kendisinin kurban olduğu çatışmaları gündeme taşıması sonucunu doğurmuştur. Bu ise bu grupların fail veya destekçi olduğu durumlarda kurban topluluklarda ciddi bir güvensizlik duygusu doğurmuştur. En azından her grup, diğerinin haksızlıklar konusundaki konuşma tarzını samimi bulmamakta ve bu ele alış tarzına güvenmemektedir. Tüm bu faktörlerin geçmişin üstünü örtme eğilimlerini güçlendirdiğine kuşku yoktur.

Müslüman topluluklar arasında, Cumhuriyet döneminde yaşanan hak ihlallerinin bu ana karakteristiği, belki bu ihllaleri üzerinde çokça konuşulacak bir konu yapabilecektir ama bu konuşmanın, mahkeme, cezalandırma, hakikat komisyonları vb. biçimini alma şansı çok zayıftır. Turkiye, şu haliyle, İspanya gibi, yakın geçmişi unutma konusundaki kollektif anlaşmaya dayalı bir demokrasiye geçiş türünü sergiliyor. Bu noktada Ermeni soykırımı bir istisna teşkil ediyor. Birincisi, Ermenilerin kendilerini kurban grup olarak tanımlama kolaylıklarıdır. Yani çatışmada, kurban-fail ayırım ulus-din vb. faktörler nedeniyle de çok kolay yapılabilecek durumdadır. İkincisi, söz konusu suçun boyutları, Cumhuriyet dönemi hak ihlalleri ile kıyaslanmayacak boyutlardadır Üçüncüsü konu uluslararası düzeyde Türkiyenin 85 yıllık açık inkar ve red politikaları nedeniyle özel bir önem kazanmıştır. Gerek bilim dünyasında gerek politik düzeyde, geçmişin nasıl ele alınmaması gerektiği konusunda Türkiye negatif sembol bir ülke haline gelmiştir. Bu noktada, Türkiye özel bir dış baskı çeşidiyle de karşı karşıya olduğunu görmek zorundadır.

Ermeni-Türk Barışması

Ermeni Soykırımından haberdar olan pek çok kişi, bugünkü Ermeni-Türk geriliminin Türkler ve Ermenilerin tarihsel olayları farklı biçimde yorumlamalarından kaynaklandığını düşünüyor. Bu sınırlı bir ölçüde doğrudur. Ben, Türkler ve Ermeniler arasındaki bugünkü ilişkilerin, tarafların birbirlerini bugünkü algılayış tarzlarının, geçmişte yaşanmışlar kadar ve hatta ondan daha da önemli olduğunu düşünenlerdenim. Büyük ölçüde Türkiyenin tarihine yüz çevirmesi ve inkar politikalarıyla da beslenerek ve belki de ona tepki olarak gerek Ermeniler gerekse Türkler farklı bir tarih anlatımı geliştirdiler. Tarafların bugün oluşturdukları geçmiş üzerine konuşma tarzı esas olarak birbirini tümüyle dıştalayan bir karakterdedir. Egemen konumdaki tarih anlatımlarında taraflar birbirlerini sürekli olumsuz terimlerle tanımlarlar. Ötekinin son derece negatif bir aktör olarak yer aldığı bu tarih anlatıları, tarafların kollektif grup kimliklerinin en önemli parçasıdır ve mevcut ulusal stereotiplemeleri güçlendirmek için kullanılmaktadır. Bu anlamda, tarafların şu anda kendilerini ve öteki tarafı algılayış tarzları, tarihte neler olduğu tartışmasının tamamiyle dışında ve hatta tarih üzerine konuşmanın da önünde engel durumundadır. Iddia edebilirim ki, tarafların birbirlerin bugünkü algılayış tarzları tarafların birbirlerini anlamalarının ve konuşmalarının önündeki en büyük engelldir.

Uzlaşmayı ve barışmayı zorlaştıran bir diğer faktör ise, her iki toplumun yaşadığı travmanın derinliğidir. Gerçi bu travmalar tümüyle farklı karakterdedirler ancak her iki travmanın sonuçlarından biri de geçmiş, bugün ve geleceğin tek bir parça gibi algılanması olmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, her iki toplum da bugünkü ilişkilerini geçmişin paradigmaları içinde yaşamaktadır.

Bu çatışma dışarıdan nasıl görünüyor?

Olaylara kuşbakışı bakan biri için, sanki bu çatışmada iki temel fraksiyon varmış gibi görünüyor: Bir tarafta Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında yaşanan bütün olayları, özellikle de Ermeni Soykırımını gözardı eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, diğer tarafta da Ermeni Cumhuriyeti Devleti ve Ermeni diasporası. Bu iki taraf, soykırımı ispatlamaya ya da inkar etmeye dayalı politik ve psikolojik bir savaşa adanmış gibi görünüyorlar. Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti, Türkiyenin Soykırımı tanıması için baskı yapmak için Batılı güçleri ve Batı kamuoyunun hassasiyetlerini kullanmaya çalışırken, Türk tarafı politik ve askeri gücünü Ermeni soykırımının tanınmaması için seferber ediyor. Uluslar arası kamu oyu, parlamentolar ve diğer kurumlar giderek Türkiye ile Ermeniler arasındaki çatışmanın savaş alanı haline dönmeye başladılar. Durum öyle bir hal aldı ki taraflar birbiri üzerinde üstünlük sağlamanın tek yolu olarak üçüncü tarafların ikna edilmesine bel bağlar hale geldiler. Burada sorulması gereken soru şu olmalıdır: Türkler ve Ermeniler arasındaki sorun üçüncü tarafların kazanılmasıyla çözümlenebilir mi? Böyle bir strateji bu problemi çözer mi yoksa daha da içinden çıkılmaz bir hale mi dönüştürür?

Üçüncü tarafı kazanma stratejisinin bazı avantaj ve dezavantajları vardır. Ermeniler için, iki açık avantaj sözkonusu: Birincisi soykırımın başka ulusal parlamentolar tarafından tanınmasının bir anlamda Türkiyenin soykırımı inkar etmesini giderici, telafi edici bir işleve sahip. Ayrıca Türkiyede kimsenin pek görmek istemediği bir başka gerçek daha vardır. Parlamentolarda kararların alındığı ülkelerde Ermeniler vatandaştırlar ve kendi devletlerinden tarihte kendilerine karşı yapılmış bir haksızlığın tanınması gibi son derece doğal ve demokratik bir talep ileri sürmektedirler. Bu ülkelerde, tarihteki çeşitli sorunlara ilişkin benzer kararlar alma geleneğinin olduğunu da burada eklemek gerekmektedir. Tartışmanın üçüncü partiler nezdinde yürütülmesinin bir diğer nedeni ise, Ermenilerin konuyu ancak bu şekilde gündemde tutabildikleri gerçeğidir. İddialı gibi görünse bile söylemeliyiz ki, eğer bu teşebbüsler olmasaydı, konu çoktan unutmanın dipsiz kuyusunda yok olup gidebilirdi.

Üçüncü tarafların konuya dahil olmasının sakıncalarına ilişkin bir çok gerekçe bulsak da, Türkiyede de tartışma ancak bu yolla canlı tutulabiliyor gibidir. Konu Türkiyede ancak ve ancak bu tür kararlar vb. nedeniyle gündeme gelmektedir çünkü konunun özgürce ve tüm açıklığıyla tartışılması için gerekli ortam ve koşullar ne yazık ki henüz yoktur. Mevcut koşullar altında, çeşitli ülkelerin parlamentolarında alınan kararları protesto etmenin ya da üçüncü tarafların müdahalelerine karşı çıkmanın yeterli olmayacağı görülmek zorundadır. Yapılabilecek yegane şey, Türkiyenin sorunun çözümü için yeni yollar, yeni platformlar yaratabilmesidir. Eğer konunun tartışılacağı yeni platformlar yaratılabilirse, üçüncü ülkelerin parlamentoları anlam ve önemlerini yitireceklerdir.

Üçüncü tarafları konuya dahil etmenin her iki taraf açısında da temel bir dezavantajı vardır. Tarafların çaresizliğinin ve sorun çözme yeteneksizliğinin farkında olan üçüncü taraflar genellikle tarafların bu durumunu kendi lehlerine kullanmak isterler. Bu tür müdahaleler ise çatışmayı uzatır ve de başka yeni problemler doğurur. Çatışmayı üçüncü taraf üzerinden yürütmenin bir diğer dezavantaj ise soykırımı tanıma-tanımama çatışması sırasında tarafların söylemlerini giderek keskinleştirmeleri ve karşı tarafı düşman gibi tanımlayan stereotiplemeler geliştirmeleridir.

Bütün bunlara rağmen üçüncü tarafı konuya dahil etmenin belli avantajları da vardır. Eğer iki taraf sorunu kendi aralarında çözemezlerse, üçüncü tarafın müdahalesi bazen gerekli ve yararlı olabilir. Buradaki esas soru şudur: Üçüncü tarafın müdahalesi nasıl yapılmalıdır, hangi yollar kullanılmalıdır ve nereye kadar gidilmelidir? Burada genel bir kural tekrar edilebilir: üçüncü taraf müdahalesi ancak ve ancak birbirine düşman iki tarafın sorunu doğrudan çözemedikleri noktada ve iki tarafın da bu aracı müdaheleye gerek duyması ve onay vermesi halinde faydalı olabilir. Yine genel kural olarak üçüncü taraf müdahelesi, parlamentoların yüzeysel ve kuru deklarasyonlarından farklı olmak ve onarıcı, yapıcı bir içeriğe sahip olmak zorundadır. Ancak böyle olursa, birbiriyle uzlaşmakta güçlük çeken taraflar birbirini anlamaya ve sorunla yapıcı biçimde ilgilenmeye başlayabilirler. Türk-Ermeni meselesinde bu rolü Avrupa Birliğinin oynaması mümkündür.





VII. GÜN

Barış
ma sürecinin yol haritası

er bir sorunu çözmek istiyorsanız, herşeyden önce, kamuoyunun sorunu algılayış tarzını değiştirmeniz gerekir. Egemen bilgilenme ve konuşma tarzının değiştirilerek kamuoyunun bilgilendirilmesi ve kamuoyu bilincinin uyarılması her sorun çözme stratejisinin merkezinde durur.

Uluslar arası düzeyde, benzeri sorunların çözümünde sıkça tekrar edilen genel bir kural vardır: sorun çözümü ancak iki tarafın birbirleriyle doğrudan ilişki kurmasıyla mümkündür. Doğrudan ilişki ile, taraflar birbiri hakkında oluşturdukları ön yargı ve hurafeleri değiştirebilir ve birbirleri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olabilirler. Sorunu tartışırken biz ve onlar veya kurbanlar ve suçlular söylemlerden uzaklaşmak, ortak ahlaki değerler üzerinde yükselen fakat aynı zamanda farklılıkları da vurgulayan hayatta kalanlar ve insan söylemine geçmek bu yolda atılması gereken ilk adımdır. Türkiyede, tarihi üzerine tartışmak istemeyen ve sorumluluktan kaçan çevrelerin, suçlama ile sorumluluk arasındaki sınırı yok eden dili bir bahane olarak kullandıkları bilinmektedir. Dolayısıyla, bugünkü Türkiye insanını suçlayan bir dilin değiştirilmesi bu tür bahanelerin de kolayca ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır.

Şüphesiz sorunu çözecek adımların başında Türkiyenin konuyu tartışmayı suç haline getiren tüm yasakları bir an önce ortadan kaldırmasıdır. Kamuoyunun herhangi bir baskı ya da cezalandırma korkusu yaşamadan özgürce tartışmaya başlaması gerekir. Taraflar, ancak geçmişle yüzleşmek suretiyle yaşadıkları travmayı aşabilir; ve geçmiş, bugün ve gelecek arasında ayrım yapmayı öğrenebilirler. Hikayelerin bütün çıplaklığı ile anlatılıp, tarihin açık konuşulur olmasıyla travma artık geçmişe ait bir husus haline gelecektir. Geçmiş için yas tutmaya olanak sağlayan böylesi bir süreç, tarafların birbiri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olmalarına ve iki komşu ülke olarak geleceği birlikte inşa etmelerine yardımcı olacaktır.

Hakikate ulaşmak için

Geçmişle uğraşmanın temel amacı elbette hakikati açığa çıkarmak olmalıdır. Burada hakikat kavramını çok geniş bir anlamda ve resmi çevrelerin artık ortadan kaldırılması gereken açık yalanlarına karşı kullanıyorum. Tarihte tek bir hakikat yoktur ve tarihçilik geçmiş üzerine farklı konuşma tarzları demektir. Ama geçmiş üzerine farklı konuşabilmek için, açık yalanların ortadan kaldırılabilmesi gerekiyor. Geçmişle ilgili hakikati açığa çıkarmanın iki temel hedefi vardır: 1) Kurbanlar için adalet arama ve onların ayaklar altına alınan haysiyetlerini onarma, 2) ileride olması muhtemel hak ihlallerini önleme ve toplumlar arasındaki uzlaşma ve barışı kolaylaştırmak.

Kamuoyunun olaylar hakkında bilgilendirilmesi gerçeğin basın-yayın yoluyla yayılması gereklidir ancak asla yeterli değildir. Asıl önemli olan gerçeğin resmi düzeyde kabul görmesi, resmi makamlarca tüm yönleriyle komuoyuna maledilmesi ve gerçeğin ulusun tarih kayıtlarına resmen düşülmesidir. 1915in Türkiye tarih yazımının bir köşe taşı, Türkiyenin kendini tanımlamasının bir mihenk noktası haline gelebilmelidir.

Avrupa Birliği önderliğinde oluşturulabilecek hakikat komisyonu ya da tarihçiler komisyonu böylesi bu işlevi üstlenebilir. Ama bu tür komisyonların faaliyetlerinin tüm aşamalarının son derece şeffaf olması; sonuçların toplumun ahlaki eğitiminin bir parçası olarak herkese açık olması gerekir. Demokratik bir kültürün oluşturulması ile kamuoyunun gerçeğe vakıf olması arasında güçlü bir ilişki vardır.

Tarihe ilişkin benzeri haksızlıklarla uğraşan komisyonların uğraştığı merkezi soru, kurbanların yaralarının nasıl sarılacağıdır. Bu bağlamda Ermenilerin uğradığı zararların nasıl telafi edileceği, en azından ahlaki bir sorun olarak Türkiyenin önünde durmaktadır. Sorun, hukuki olmanın ötesinde öncelikle ahlakidir. Fakat, Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı İmparatorluğunun devamı olarak kabul edilip edilmeyeceği sorusu başta olmak üzere cevap verilmesi gereken onlarca hukuki sorun vardır.

Elbette bu süreçte, Ermeni soykırımında ortaya çıkan zararların tazmin edilmesi isteğinin karşısına, aynı büyüklükte olmasa bile Müslüman kayıpları ve bunların zararlarının tazmin edilmesi isteğini çıkartılabilir. Bunlar kadar önemli olan bir nokta ise, bu tür bir tartışmanın acıları ve kayıpları pazarlık masasına koymak anlamına geldiğidir. Özellikle kurbanlar veya onların hayatta kalan akrabaları açısından bu kabul edilemez bir ahlakı açmazdır. Benzer bir sıkıntı da Türkiyenin geçmişte yaşanan olayların adını koymaksızın ve belki de özür bile dilemeksizin tazminat verip olaydan sıyrılmaya kalkışmasıyla ya da, Japonyanın geçen yıllarda yaptığı, hiçbir toplumsal sonucu olmayan yarım ağız bir özür dileme ile de geçiştirmesiyle yaşanabilir. Bunlar taraflar arası görüşme ve konuşmalar başlamadan önce dikkate alınması gereken ciddi sorunlardır. Ancak bu sorunlarla karşılaşmayı göze almadan tarafların sorunun çözümü konusunda bir anlaşmaya varmaları da mümkün değildir.

Tazminat ve hasar giderme taleplerinin hukuki açıdan can sıkıcı yanları olmasına rağmen, tazminatın aslında sembolik bir adım, sadece ahlaki bir jest olduğunun unutulmaması gerekir. Can ve mal kayıplarının tam anlamıyla karşılanmasını sağlayacak bir tazminat mekanizması ne yazık ki henüz icad edilmedi. Sorunun çözümü bu kayıpların neler olduğundan kamuoyunun haberdar olmasına bağlıdır. Her iki tarafın vicdanında, geçmişteki adaletsizliğin kısmen de olsa giderildiğine dair güçlü bir manevi duygunun yaratılması esastır. Bütün bunlardan sonra Türk-Ermeni çatışmasına ilişkin şöyle bir yol haritası önermek mümkündür:

a) İlk adım güncel meselelerle tarihsel olanların ayrılması olmalıdır. Türkiye diplomatik ilişkiler için Ermenilerin uluslar arası platformlarda Soykırımın tanınması girişimlerinden vazgeçmesini ön şart olarak koymaktan vaz geçmelidir.

cool.gif İkinci adım her iki devletin karşılıklı güveni arttırıcı pratik adımlar atmasıdır. Sınırın ön koşulsuz açılması, diplomatik ilişkilere ek olarak örneğin Türkiyedeki bakanlıkların web sitelerinde olduğu gibi, resmi kurumların ortalığı kızıştırıcı politikalardan vazgeçmesi gerekir. Zaten bu web sitelerinin varlığı bile Türkiyenin devlet politikasıyla çelişmektedir. Bilindiği gibi Türkiye, devletlerin işe karışmaması ve konunun tarihçilere bırakılmasını istemektedir. Oysa konuya bulaşmamış Türk devlet kurumu yok gibidir.

c) Anadoludaki Ermeni kültürel varlıklarının korunmaya alınması ve restore edilmesi barışma yolunda önemli bir adım olabilir. Eski Ermeni şehirlerini ve tarihi eserleri onarmak, bunların Ermenice orijinal isimlerini kullanmak, Ermenilerin Anadolu kültürüne yaptıkları katkıları bilinir hale sokmak ilişkilerin inşaası için güzel jestler olacağı gibi, en önemli ürünlerini Anadolu topraklarında veren Ermeni kültürüne ve yaşamına ilişkin izlerin yeryüzünden silinmesinin de önüne geçecektir.

d) Tehcir sırasında ülkeden ayrılmak zorunda kalmış Ermenilerin eski şehirlerinin fahri vatandaşı yapılması ya da özel bir statü ile Türkiyede ikametine izin verilmesi gibi sembolik adımlar da çok faydalı olur.

e) Tarafların diğerine ne yapması gerektiğini hatırlatan bir dilden uzak durmaları gerekir. Karşı tarafın ne yapması gerektiğini hatırlatan bir tutum sorunu çözmez, aksine derinleştirir. Bu nedenle, soykırım kelimesini kullanmayın veya soykırımı kabul etmeden olmaz gibi karşı tarafa şart sürmeler işi ancak çözümsüzlüğe götürür. En önemli ön şart, karşı tarafı dinlemeyi başarmaktır.

f) Bugün, devlet ve milliyetçi çevrelerce pompalanan propaganda nedeniyle Türkiyede Ermenilerin katıksız bir Türk düşmanı olduğuna, tek hedeflerinin bir zamanlar atalarının yaşadığı toprakları geri almak olduğuna ve buldukları ilk fırsatta 1915de yaşadıkları olayların intikamını almak isteyeceklerine inananların sayısı gerçekten az değildir. Ermeni çevreler, yapacakları küçük jestlerle bu hurafelerin ortadan kaldırılmasına büyük katkı yapabilirler. Türkiyeden istenilenin tarihsel gerçekliğin benimsenmesi ve acılarının kabul edilmesi olduğunu, Türk kamuoyuna açık bir biçimde anlatma konusunda yapabilecekleri şeyler vardır. Ermenistan Parlamentosunun Türkiyeden herhangi bir toprak talebi olmadığını açıklaması, ASALA cinayetlerinin açık olarak kınanması gibi bazı jestler milliyetçi propagandaları boşa çıkarılabilir ve Türk kamuoyu yeniden şekillendirilebilir.

g) Tarafların birbirini tanımlarken kullandıkları dilin değişmesi gerekiyor. Her iki taraf da farkına varmalıdır ki, bu güne kadar kullanılan dil, çatışma politikasının bir ürünüdür ve bu dilin kullanılmaya devam edilmesi sorun çözmede kullanılamaz. Türk ve Ermeni kelimelerinin bugünkü kullanılış tarzı buna bir örnek olarak verilebilir. Ermeni çevrelerde yaygın olarak kullanılan soyut ve tarihsiz Türk kelimesi sorunu çözmeye değil, karmaşıklaştırmaya yarıyor. Bu kavram, aralarında pek çok farklılık bulunan Türk devleti ile Türk halkını aynı kefeye koymakla kalmıyor, aynı zamanda toplumun değişik kesimlerini de tek bir bütünmüş gibi sunuyor. Halbuki ortada tek bir Türk yerine, Kürtler, Türkler, Aleviler, Müslümanlar, Çerkesler, kısacası çeşitli kesimler var. Devletle toplum ve toplumun değişik kesimleri arasındaki farklılıkları ortaya koyan bir dili geliştirmek sorunun çözümünün yarısı gibidir.

Türkiyede kullanılan Ermeni kavramı da böyle. Bu kavram son derece negatif bir içerikte kullanılmanın ötesinde, Ermeni toplulukları içerisindeki farklılıkları da yok sayıyor. Salt bu kavramların daha ayrıntılı kavramlarla yer değiştirmesi durumunda bile ilk ortaya çıkacak gerçek şu olacaktır: Ortada bir tarafta Ermenilerin öbür tarafta Türklerin olduğu bir sorun yoktur. Aksine, çatışma ve sorun isteyen Ermenilerle Türklerin bir tarafı; geçmişle yüzleşerek yarını kurmak isteyen Ermeni ve Türklerin diğer tarafı oluşturduğu bir sorun söz konusudur.

h) Tarafların üzerinde konuştukları tarih malzemesinin bütünlüğünün sağlanması ve taraflar için bilinir hale sokulması gerekir. Bu adımın atılmasının önündeki ciddi engellerin başında konuya ilişkin birincil kaynakların değişik dillerde ve değişik ülke arşivlerinde bulunmasıdır. Bu yüzden konu, hala dil bilen ve maddi olanaklara sahip birkaç uzmanın tekelinde kalmış gibi görünmektedir. Örneğin Türk dokumanları Arap harfleriyle yazılmış olduğu gibi, bunlar arasından devlet tarafından seçilen az miktarda belge tercüme edilmiştir. Üstelik bu belgelerin tutulduğu arşivler aksi yönde edilen onlarca söze rağmen malesef tümüyle açık değildir. Örneğin Başbakanlık arşivinde çalışan özellikle genç Türk akademisyenlerin sorgulanması sıradan bir uygulamadır. Aynı şekilde Türkiye toplumunun büyük kesimi, Amerikan, İngiliz, Alman ve Avusturya arşivlerinden habersizdir. Bu nedenle bu belgelerin toparlanması, tercüme edilmesi ve yayınlanması çok önemli bir adım olacaktır. Tüm bu çalışmalar, Avrupa Birliği tarafından da desteklenecek, oluşturulacak ve resmi veya yarı-resmi tarihçiler komisyonu ya da gerçeği arama komisyonu çatısı altında yürütülebilir.

Sonsöz

Böyle bir komitenin esas amacı sadece 1915de gerçekten ne olduğunu tesbit etmekle sınırlı olmamalı, daha uzun vadede bu konulara dair toplumsal bir etik oluşturmaya da katkıda bulunmalıdır. Üzerinde toplumsal konsensus sağlanan böylesi bir etik sayesinde kutuplaşmaya ya da çatışmaya dayalı tarih yazımlarının önüne geçilebilir. Burada ille de her iki tarafın da yaşananlar üzerinde tam bir uzlaşmaya varmasını ya da tarihin her iki taraf için de aynı hale getirilmesini önermiyorum. Asıl üzerinde durduğum, her iki tarafında da üzerinde anlaşabileceği ve iletişim kurmasına yardımcı olacak bir genel etik zemini oluşturmaktır. Bu zemin tarih üzerine farklı konuşma tarzlarına da imkan tanır ki olması gereken de budur.

Her iki ülkenin eğitimcilerinden oluşturulacak karma komiteler sayesinde tarih, her iki tarafından kabul edebileceği bir anlatı içine sokulabilir. Tarihe ilişkin taraflarca genel kabul görmüş bir tarih anlatımının Türk ve Ermeni müfredatlarına girmesi sayesinde her iki toplum arasındaki düşmanlık duyguları ve nefretin de azalacağı görülmek durumundadır.

Özetle, sorun Türkiye ve Ermenistan arasındaki ve bölgedeki ilişkilerin düzeltilmesi ve demokratikleştirilmesinin bir parçasıdır. Ortadoğuda barışın önündeki en önemli engellerden birisi, bölge halklarının birbirleri hakkında hala üzerinde konuşulmamış tarihi deneylere dayanan yargılara sahip olmalarıdır. Tarih hala bölge barışının önünde bir engel gibidir. Bölge halkları için büyük acılar anlamına da gelen bu ortak tarih üzerine konuşulmadıkça, halklar arasındaki kuşku ve önyargılar aşılamaz. Bölgede halklar arası güvenin yaratılması ve demokratik ilişkilerin geliştirilmesi, tarih üzerine konuşma ile de doğru orantılıdır


 
  Bugün 37 ziyaretçi (47 klik) kişi burdaydı! KaRuB & NaMSo  

>
Google

Get Your Own Player!


  KaRuB & NaMSo Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol